26 Aralık 2007 Çarşamba

Mim

Gülçin kardeş beni yine mimlemiş, yazmamak olmaz.

Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım? On dokuz yıl boyunca her yaz turist olarak geldiğim, ondan önce de öğrencilik yıllarımın geçtiği bu şehirde tekrar yaşamak benim için inanılmaz bir ayrıcalık. Tanrı fakiri sevindirmek isterse, önce eşeğini kaybettirir sonra buldurur hesabı; dönüşümün ilk saniyesinden itibaren sanki buraya, ait olmak için yaratılmış gibi hissettim kendimi. Bir de burdaki ilk haftamda kendime bir söz vermişliğim oldu. Bir yere turist olarak gidince, tüm algılarını açıp, orayı daha iyi görüyor, yaşıyor ve hissediyorsun. Yaşadığın yerde ise günlük yaşamın kargaşası etrafını görmeni, doyasıya yaşamanı engelliyebiliyor. Bunun için, algılarımı rafa kaldırmadan yaşamaya çalışacağım demiştim kendi kendime. Ne kadar başarılı olduğumun ölçütü, hala buralarda olmaktan acaip keyif alıyor olmam diye düşünüyorum. Blogçuluk da kendime verdiğim bu sözü yerine getirmem de önemli bir etken oluyor. Bunun için de beni blog dünyasıyla Ocak 2007’de tanıştıran sevgili Ori’ye teşekkür ediyorum.

Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum? Önceleri gözlem yazıları yazarken bir de baktım ki öykü, deneme türüne başlamışım. Öykücülük benim için blogçuluktan önce vardı ama yazılar gün yüzü göremiyordu. Artık onları paylaşabileceğim arkadaşlarımın olması çok güzel. Gözlem yazılarımı özlüyorum galiba ve yeniden başlayabilirim. İçimde yatan aslan ise, polisiye-dizi türü yazılar yazmak.

Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum? Malum blokçuluğun düşünme ve yazma aşamaları var. Görseller apayrı bir tad. İnternetten uygun bir fotoğraf aramak ya da çektiğin fotoğrafdan yola çıkarak birşeyler yazmak bazen çok doyurucu olabiliyor. Dahası aktif bir okuyucu, film izleyicisi, müzik dinleyicisi olabiliyorsun. Blog arkadaşlarımın yazılarını takip ise büyük bir zevk ve uğraş. Tüm bunlar zaman alıyor ama bu benim seçimim, zevkle yapıyorum ve kesinlikle feragat olarak görmüyorum

Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı? ‘Zorunluluk’ değil, ‘motivasyon’ diyelim. Hedefim hafta da bir yazmak. Bu da çeşitli nedenlerden dolayı her zaman olmuyor.

Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim? Umarım hiç bitmez ve 115 yaşıma geldiğim de bile Gülçin’in 500’ncü mimi üzerine bir yazı döşeniyor olur ve yoğunluğunda bile bizi düşünüp, görselleriyle besleyen Hep’i mimlerim.

Fotoğraf, bir yılbaşı öncesi Hackney Empire’da muhteşem Bip karakterini hayranlıkla izlediğim ve “Mim, tıpkı müzik gibi ne sınır ne de ülke tanır. Eğer kahkaha ve gözyaşları insanlığın karakteriyse tüm kültürler bizim öğretimizle yoğrulmuştur” diyen, bu yıl Eylül ayında kaybettiğimiz Marcel Marceau’ya ait.

17 Aralık 2007 Pazartesi

Umut Çarşısı

Yavaşlayan trenin fren yaparken raylar üzerinde çıkardığı gürültüyle birlikte kapılar açılmış, taşkın bir insan seli dışarıya akmış, onları karşılamaya gelenlere, hamallara, simit, su ve mendil satıcılarına karışmıştı. Trenden inen adam ve çocuk, yeni başlangıçların, kimi zaman da ayrılıkların mekanı olan gara şaşkınlıkla bakınıyordu. Ortalığa tam bir telaş hâkimdi. Karşılamalar, sarılmalar bitmiş, kimse artık orada bir saniye daha geçirmek istemiyordu. Bir an önce kendilerini götürecek vapurlara, taksilere yetişebilmek için koşturuyorlardı. Hoparlörden gelen sesler sanki gelen ve kalkacak trenleri değil, ayrılıkları ve kavuşmaları haber veriyor, tren ve vapur düdükleri birbirine karışıyordu.

Adam bu kadar şaşırmasının nedenini anlayamıyordu. Oysa, kahramanın, bavuluyla trenden inip, o meşhur merdivenlerden denize baktığı, sonra vapura bindiği film sahnelerini defalarca görmüştü. “Bazı şeyler yaşanmadan anlaşılmıyormuş demek ki.” diye düşündü. Kendisi gibi şaşkın bakışlarla etrafını görmeye çalışan oğluna baktı. Ona olan sorumluluğu, kendini çabuk toparlamasına neden oldu. Bavulunu yere koyup, yüz yüze gelmek için çömeldi. Elini sıkıca tutup, “Bak oğlum, burası bizim oralara benzemez. Benden ayrılmak yok, elimi sakın bırakma.” diye onu tembihledi. Ondan ayrılmayı aklından bile geçirecek durumda olmayan çocuk, ağzını açıp bir şey diyemedi. Sadece “Olur” dercesine başını salladı.

Kadıköy’de bir lokantada çalışan akrabalarına gitmek üzere vapura bindiler. Adam çocuğa padişahların yaşadığı sarayı parmağıyla işaret ederek gösterdi. Mendireklerin ne işe yaradığını anlattı. Çocuk, sahilde gördüğü kocaman sarı balonu gösterdiğinde ise ne diyeceğini bilemedi. Daha başlamadan bitmiş gibi gelen, onları uçarak takip eden gürültücü martılar eşliğinde yapılan kısa yolculuk, çocuk gibi kendisini de çok heyecanlandırmıştı. Hiç inmek istemedi vapurdan.

Ellerindeki adres sayesinde lokantayı kolayca buldular. İçeriye girdiklerinde yüzlerine çarpan ılık hava ve yemek kokusunun verdiği saadet, akrabalarının birkaç gündür işe gelmemiş olduğunu öğrenmeleriyle bıçak gibi kesildi. Onların çaresiz bakışları üzerine lokanta sahibi, telefonla bir yerleri aradı ama sonuç olumsuzdu. Kendilerini bir anda, oracıkta yalnız ve sahipsiz hissettiler. Ceplerinde fazla paraları olmamasına rağmen lokantacının tarif ettiği oteli bulup, şehirdeki ilk gecelerini orada geçirdiler. Ertesi gün de lokantacı aynı şeyi söyleyince, bir kez daha karamsarlığa büründüler. Bu kez garsonlardan biri akrabalarının, postanenin sokağındaki giyim mağazasında çalışan bir kızla ara sıra buluştuğunu, belki onun yardımcı olabileceğini söyledi.

Mağazadaki kızı bulduklarında gerçeği öğrendiler. Uzun süredir asker kaçağı olan akrabaları, sonunda yakalanmış ve hemen görev yerine gönderilmişti. Bir gel git daha yaşadı adam ve oğlu. Onların üzerine çöken umutsuzluğu fark eden kız, üzülmemelerini, kendisinin de aynı semtte oturduğunu, iş çıkışında birlikte gidebileceklerini söyledi. Babanın yüzüne yayılan mutluluk az bir ara ile çocuğun yüzene de yerleşti.

Bunun üzerine yağan yağmura aldırmayan ikili merak ettikleri çarşıyı keşfe çıktı. Bu kadar meyve sebze çeşidini, baharatçıyı, kebapçıyı, kuruyemişçiyi, tatlıcıyı bir arada görmemişlerdi. Pet dükkânında ki ufacık yeşil kaplumbağalara, gözleri yeni açılmış köpek yavrularına, garip sesler çıkaran papağanlara baktılar. Başlarını sokacak bir yerleri olduğunda, çocuk bu küçük kaplumbağalardan birkaç tane almayı düşledi. Balıkçıda gördükleri kaz çocuğun beyaz boynuna dokunmasına izin vermedi ama babayı umutlandırdı. Bu kalabalık şehirde kaza bile bir yer varsa, onlar için de pekala olabilirdi. Dikkatle pazardaki esnafı inceleyen baba, yapabileceği işleri kafasında kurmaya başlamıştı bile.

Kızın söylediği saate yakın, çalıştığı yerin karşısındaki boş bir dükkânın kepengi önünde beklemeye başladılar. İş çıkışı alışverişini yapan, evlerine giden insanların onların varlığından haberi yok gibiydi. Mağazadaki kız onlara çay getirdi. İçlerini ısıtan çayı yudumlarken, yeni hayatlarına dair düşüncelere daldılar. Aslında ikisi de kendilerini bekleyen zor günlerin farkındaydı ama bu şehrin onlara da sahip çıkacağına dair umutları vardı.

Zamansız kaybettiği eşini düşündü adam. Oğluyla daha konuşmamıştı ama ilk fırsatta gidip ona bir mevlit okutturacak, mezarını yaptıracaklardı.

12 Aralık 2007 Çarşamba

Kadıköy'de Bir Akşam Vakti

Bütün yaz kendini özleten yağmur iki gündür nerdeyse aralıksız yağıyor, şehrin sokaklarını ıslatıyor, gölcükler oluşturuyor, ufacık sellere dönüşüyordu. Sanki özlenmek hoşuna gitmiş de, kavuşmanın tadını iyice çıkarmak istercesine çoşkuyla akıyordu gökyüzünden. Bir önceki gün çiselemeye başladığında, o da masasından fırlamış, ilk damlalara daha yakından şahit olabilmek için camın kenarında toplanan ofis kalabalığına katılmış, içeriye giren yağmur kokusunu derin derin içine çekerek, şehrin yağmurla buluşmasını ve anında tıkanan trafiği izlemişti.

Akşam olmuş, evin yolunu tutmuştu şimdi. Ofisten çıkarken eline verilen maaşın ağırlığı çantasında, yağmurun verdiği huzur yüzünde, Kadıköy’deki Beşiktaş iskelesinde vapurdan indi. Kalabalık, meydanın her iki yanındaki duraklara dağılırken, yağmur durdu. Her akşam yolcuları birbirinden renkli çiçeklerle karşılayan çingenelerden, iki demet kokina alıp yolun karşısına geçti. Kendisine ara sıra böyle sürprizler yapmak hoşuna giderdi.

İnsanların adres tarif ederken ‘Postanenin sokağı’ dedikleri ama artık yerini bir moloz yığını ve onu çevreleyen reklam panolarının aldığı sokağa girdi. Köşede yeni açılan kahve zincirlerinden birinde oturan insanların gamdan uzak halleri, keyfini iyice artırdı. Yıllardan beri karşılıklı cilveleşen iki pastaneyi geçerken, başka bir konuyu, maaşıyla neler alacağını düşünüyordu.

Böyle mutlu sayılabilecek bir ruh hali içindeyken, gördüğü bir çift yüz, tüm neşesini süpürüp götürüverdi. Renkli ve ışıklı vitrinlerin arasında, boş bir dükkanın paslanmış kepengi önünde çömelmiş oturan baba ve oğluydu gördüğü. Babanın yüzündeki tarifi imkânsız ifade, çocuğun yüzünde kopyalanmış gibiydi. Herkesin koşturarak bir yerlere gittiği bu soğuk Aralık akşamında orada beklemeleri mi, giysilerinin inceliği mi, yoksa yoldan geçenlere bakan bu yüzlerde ki, umutla umutsuzluğun buluştuğu, bekleyiş dolu ifade mi neden olmuştu buna? Anlayamadı kadın. Onu bir anda üzüntüye boğan bu ifade, sanki tüm görüş alanını kapatmış, etrafına bile doğru dürüst bakınamadan yürüyüp geçmişti önlerinden.

Mantıklı olan geri dönüp onlara tekrar bakmak olurdu ama dikkat çekeceğinden korkuyordu. Orada olmalarının, aklına gelen ihtimaller dışında bir açıklaması varsa, bakışlarıyla onları rahatsız etmekten çekiniyordu. En iyisi çaktırmadan durumu iyice anlamak diye düşündü. Yolda ilerliyor, dönüp arkasına bakıyor ama kalabalıktan bir şey göremiyordu.

Yardıma ihtiyaçları varsa, sokakta kalmışlarsa, onlara yardım etmek istiyordu. Cüzdanında bozuk para olmadığı geldi aklına. Neyse maaşı çantasındaydı. Hem vakit kazanmak hem de parayı bozdurmak için mağazalardan birine girdi. Dışarı çıktığında aşağıya doğru yürüyecek, göz ucuyla bakarak, dikkat çekmeden geçecekti yanlarından.

Çıktığında, çocuğun elindeki iki boş çay bardağıyla, oturdukları yerin karşısındaki giyim mağazasından içeriye girdiğini gördü. Kafası iyice karıştı. İçinden çıkamayacağını anlayınca, konuyu bir sonraki akşam çözmeye karar verip, balık pazarının yolunu tuttu.

Ertesi akşam ve sonraki akşamlar, kepengin önünde kimsecikler yoktu.

4 Aralık 2007 Salı

Bremen Yolcuları

Bir zamanlar kadife sesli bir ağustos böceği yaşarmış. Kış gelince aç kalmış karıncanın kapısını çalmış. Karınca ona “Tüm yaz boyunca saz çaldın, şimdi de oyna bakalım.“ deyince, dünyası yıkılmış, ne yapacağını bilmez bir halde yollara düşmüş. “Keşke açlıktan ölseydim de, o kapıyı çalmasaydım.“ diyormuş kendi kendine. Oysa geçen yaz, Marseyas’ta düzenlenen şarkı yarışmasında, Kral Midas’ın elinden Altın Şeftali ödülünü alan oymuş. Onun şerefine şenlikler düzenlenmiş, karıncalar bile işlerine ara verip katılmışlar köyün o yazki en büyük etkinliğine.

Ağustos böceği şarkı söylemeye başlayınca herkes coşar, kimse yerinde duramazmış. Uzak köylerden onu dinlemeye gelen, ayağı tutmayan hastalar bile dans ederek dönerlermiş evlerine. Ona sorarsanız, o daha yolun başındaymış. Müzik eğitimi alacak, dünya turuna çıkacak, hatta bir gün opera bile söyleyecekmiş. Üzerinde çalıştığı besteleri bile varmış. Müziği seçtiği için hiç pişman değilmiş ama şimdi yiyecek bir şeyler bulamazsa, her şey bitecekmiş.

Bu düşüncelere o kadar dalmış ki bir ormanın derinliklerine doğru ilerlediğini fark etmemiş. Ara sıra uzaktan gelen bir kuş sesi, bir yabani hayvanın çığlığı dışında sessiz gecenin içinden, garip sesler gelmeye başlamış. Dikkatle dinlemiş. Bir eşek anıra anıra uzun hava söylüyor, ona havlayan bir köpek, yüksek perdeden miyavlayan bir kedi ve aralıksız öten bir horoz eşlik ediyormuş. Gelen sesler o kadar kötüymüş ki, bir karga bile onlardan daha iyi söylermiş. Ağustos böceği hemen sesin geldiği kulübeye doğru yürümüş.

Kulübeye varınca, ışık sızan camdan içeriye bakmış. Ev sahipleri şarkılar söylüyor, eğleniyormuş. Şöminedeki ateşi görünce, ne kadar çok üşüdüğünü fark etmiş. İçeride olmayı çok istemiş ama gecenin o vakti kapıyı çalmaya cesaret edememiş. Öylece onları pencereden izlemiş.

İçerdekilerin keyiflerine diyecek yokmuş. Ne kadar kötü söylediklerinin farkında bile değillermiş. Bir süre sonra şarkılarına ara verip, yemeğe başlamışlar. Birbirinden güzel yiyecekleri gören ağustos böceği önce yutkunmuş, sonra da onların dikkatini ürkütmeden çekecek bir yol düşünmüş. Yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle, donmak üzere olduğuna aldırmayıp, yanık bir türkü söylemeye başlamış. Geceyi bölen güzel sesi duyan orman sakinleri, yaptıkları işi bırakıp, soluksuz onu dinlemeye başlamış. Kulübedekiler de şaşkınlık içinde önce kulaklarını sesin geldiği yöne dikmişler, sonra da dışarıya fırlamışlar. Neredeyse donmak üzere olan ağustos böceğini görünce tam vaktinde yetiştiklerini düşünüp, onu hemen içeriye almışlar.

Biraz yemek yiyip, kendine gelen ağustos böceği başından geçenleri onlara bir bir anlatmış. Eşek, “Bak bizim yerimiz var, burada kal.“ demiş. Diğerleri de hep bir ağızdan aynı şeyi söyleyince o da kabul etmiş.

O geceden sonra kulübeden yayılan müzik dalgaları gittikçe güzelleşmiş. Ağustos böceğinin verdiği şan, solfej, armoni dersleri sayesinde, diğerleri de çok iyi söylüyorlarmış artık. Şarkılı, türkülü dakikalar, kırk gün kırk gece devam etmiş.

Kırkıncı gecenin sabahında eşek arkadaşlarına, “Hani biz Bremen’e gidecektik.“ demiş. Uzun zamandır bu düşünce aklından bile geçmeyen köpek heyecanlanmış, “Neden duruyoruz öyleyse.“ demiş. Kedi durumu ağustos böceğine açıklamış. Horoz da “Sen de bizimle gel.“ demiş ağustos böceğine.

Ertesi gün, beş kafadar hayalleri ceplerinde yola koyulmuşlar.

29 Kasım 2007 Perşembe

Salacak'ta Bekle Beni

Güzel bir bahar akşamı, doğayı saran yaşam rüzgarı, onun da bedenine dalga dalga yayılmış, gözleri açılmış, dünyaya ikinci defa ‘Merhaba’ demişti. Ona sorsanız normal uykusundan uyanmıştı. Herkes farklı söylüyordu ama. Vücudundaki uyuşukluk olmasa, demir bir kütleye dönüşmüş ellerini, ayaklarını oynatabilse inanmayacaktı söylenenlere.

Sonraki günlerini, hastanede iyileşmeye, bedenini terk etmiş gücü yeniden kazanmaya çalışarak geçirdi. Yıllardan beri hapishanesi olan yatağından tamamen kurtulmak, hayatın ona verdiği ikinci şansı doya doya kullanmak istiyordu. Ziyaretine gelen çok olmuştu. En çok beklediği, bir türlü gelmiyordu ama. Kapının her açılışında, başını kaldırıyor, içeri girenin o olmadığını görünce, içini tarifsiz bir hüzün kaplıyordu.

Aradan uzun bir süre geçti, evine kavuştu adam. Uzun uykusunda evi, arkadaşları, şehri ne çok değişmişti. Evlerinin arkasında, futbol oynadıkları bostana koca koca siteler dikilmiş, televizyon kanalları çoğalmış, telefonlar cepte taşınır olmuştu. İkinci bir boğaz köprüsü bile yapılmıştı. Daha her şeyi net olarak hatırladığı söylenemezdi ama hiçbir şeyin eski tadının kalmadığı kesindi.

Üniversite öğrencisiydi komaya girdiğinde. Şimdi arkadaşları okullarını bitirmiş, iş adamı olmuş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Sanki o bildiği insanlar gitmiş, yerlerine başkaları gelmişti. Aynaya baktığında gördüğü kişi de, kendisi değildi. Yüzündeki çizgiler, şakaklarında beyazlaşan saçlar onun olamazdı. Kendisinden yirmi yıl yaşlı bir adamın bedenine hapsolmuşta, kaçamıyor gibi hissediyordu.

O hep beklediği gelmemişti hala. Arkadaşları da bilmiyordu nerde olduğunu. Akşamları uzandığı yatağında, onun lüle lüle saçlarını düşünüyor, el ele tutuşarak yürümelerini, Salacak’taki çay bahçesini, tavla oynamalarını gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Randevuları iple çekmesine rağmen, hep geç kalırdı, o zamanlar. Bir türlü tutturamazdı zamanı. İlk kavgalarıda bu yüzden olmuştu. Hatta lüle saçlısı, ona bir saat bile hediye etmişti. ‘Ne güzel, artık hiç geç kalmam.’ demişti gülerek.

Son görüşmelerinde, ertesi gün buluşmak üzere ayrılmışlardı. Nerden bilebilirdi ki randevuya gidemeyeceğini, uzun yılların aralarına kara bir bulut gibi gireceğini. Lüle saçlısı gelmiş miydi, buluşma yerine? Her zaman oturdukları masada mı beklemişti onu? Sonra ne yapmıştı, merak ediyordu tüm bunları.

Ona olan özlemi, günden güne büyüyor, kapanması imkânsız bir boşluk açıyordu. O çay bahçesine gitmeyi planlıyordu her gün, ama ayakları bir türlü varmıyordu. Korkuyordu, ya orda değilse diye. Arkasından batan güneşi defalarca seyrettikleri Kız Kulesi’nin bile kendisine ‘Çok geç kaldın, çok.’ diyeceğini düşünüyordu.

Kız Kulesi'nin olduğu ülkeden çok uzaklarda, bir ada ülkesinde yaşayan kadın, memleketini özlediğinde Türk mahallesine alışverişe giderdi. Çok sevdiği simidi bulamazdı ama eve sucuksuz, beyaz peynirsiz ve gazetesiz dönmezdi. O Pazar sabahı alışverişini yapmış, masayı bir güzel donatmıştı. Kahvaltıyı bitirip, çayını yudumlarken, memleketinin gazetesini eline aldı. Üçüncü sayfaya geldiğinde resimli bir haber dikkatini çekti. Fotoğraftaki adamı tanımıştı. Şaşkınlık, sevinç, acı dolu bir duygu atağına kapıldı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Buna engel olamayacağını anlayınca, telaşla terk etti masayı. Bu halini eşi ve çocukları görsün istememişti.

Dilbilgisi konusundaki önerileriniz için çok teşekkürler. Üsteki, yazının düzeltilmiş halidir.
Umarım bu sefer olmuştur.

18 Kasım 2007 Pazar

Kemik Peşinde

Koşarak gitti kasabın önüne. Pembe dili dışarıda. Tesadüfen bulduğu bu dükkâna her gün uğrardı. Amaçsız yürüdüğü kaldırımda, burnuna gelen kokuyu takip ederek gelmişti ilk kez. Vitrinde asılı etleri görünce, akıvermişti ağzının suyu. Düşünmeden dalmıştı içeriye. İçerdeki, beyaz önlüklü, koca göbekli adam “Hoşt.“ diye bağırınca, neye uğradığını şaşırmıştı. Dışarıya kovalamıştı onu. Buna bir anlam verememişti.

Oraların sahibiymiş gibi, kapının önüne uzanmış kediye dikti gözlerini. Kaygısız bir hali vardı. Oysa kendisini görünce dikleşen kulakları, onu ele veriyordu. Varlığı bu besili kediyi rahatsız etmişti. Ama ilişmedi ona. Beyaz önlüklü, severdi bu miskin kediyi. “Hoşt.“ demezdi ona. Buna da anlam veremezdi köpek.

İnsanları da severdi, beyaz önlüklü. Onların içeriye girmesine izin verir, bir kağıda sardığı etleri, beyaz bir poşetin içine özenle yerleştirip verirdi onlara. Kendisine neden vermezdi, anlamazdı köpek. Kağıda sarılmasa da olurdu. Bir kemiğe bile razıydı. Bir defasında küçük bir kemik parçası önüne düşmüş, onunla yorulana kadar oyalanmıştı. Nasıl da sevinmişti o gün.

Belki beyaz önlüklü bugün bir kemik verir diye düşündü. Bir güzel yalamıştı tüylerini. Yakışıklı olmuştu. Hem sokakta yürürken birisi onu durdurmuş, başını okşamıştı. İnsanların sıkça yaptığı şeydi bu. Buna da anlam veremezdi köpek. Kemik verseler daha iyi olmaz mıydı? Bugün işi yaver gidecekti. Bunu hissediyordu. Biraz sonra beyaz önlüklü onu çağıracaktı. Çağırdığında naz etmek olmazdı. Hemen kuyruğunu sallayarak girecekti içeriye. Ne istediği sorulduğunda bir bir anlatacaktı.

Bunları düşünürken kapıdan ayırmıyordu gözlerini. Çırpı bacaklı, kısa pantolonlu bir oğlan girmişti içeriye. Bakalım beyaz önlüklü onu nasıl karşılayacaktı. Bu çocuğun yaptıklarını iyice incelerse, işin sırrını çözebilirdi. Ondan sonra gelsin etler, kemikler. Hatta kardeşlerine, annesine bile götürecekti. Bunu gören annesi “Bak benim akıllı oğluma, neler getirmiş.” diyecekti. Gurur duyacaktı ondan.

Çırpı bacaklının, elindeki poşetle dışarı çıktığını gördü. Elinde salladığı poşetten nefis kokular geliyordu. İyi bir çocuğa benziyordu. Orada beklemekten de sıkılmıştı. Takip etmeye karar verdi. Çırpı bacaklı bunun farkına varmış olmalıydı. Ara sıra dönüp arkasına bakıyor, gülümsüyordu. Poşete yaklaşıp “Miyk miyk” dedi. Çırpı bacaklıya etten istediğini söylemişti. İyi de etmişti. Çocuksa poşeti ondan uzaklaştırmış, iki eliyle göğsüne bastırmıştı.

Hızlanmak zorunda kaldı. Çırpı bacaklı, koşmaya başlamıştı. Birkaç kez daha arkasına dönüp bakmış, gülümsemişti köpeğe. Umutlandı köpek. Belki de çocuk herkesten uzak bir köşede doyuracaktı onu. Onun içindi bunca yol. Herkesin içinde olmazdı. Yoksa herkes kendi payını isteyebilirdi. “Ne kadar düşünceli bir çocuk.” diye geçirdi içinden. Sevdi bu çocuğu. Verdiklerini iştahla yiyecek, mutlu olduğu zamanlarda yaptığı gibi kuyruğunu sallayacaktı.

Eski bir evin önüne geldiler. Çocuk durdu. O da. Nefes nefese, dili dışarıda. Çocuk bir şeyler söyledi ona. Beklediği an gelmiş miydi? Sabırsızlandı. Çocuğun çevresinde bir tur attı, zıpladı. Patileriyle çırpı bacaklarına yaslanıp bekledi. Gözleri, bir türlü açılmayan poşette. İşte beklediğim an geldi diye düşünüyordu ki, çocuk kapıyı çaldı. Açılan kapıdan içeri süzüldü çocuk. Bir anlam veremedi buna köpek. Kapıyı patileriyle açmaya çalıştı. “Pat pat” diye vurdu. Açılmadı kapı. Köpeğin içini, tarifi imkansız bir hayal kırıklığı kapladı.

Ne yapacağını bilemeden bir süre daha kaldı orda. Aklına birden bakkalın karşısındaki, büyük, gri metal kutu geldi. İnsanların, gün boyu attıkları poşetlerle dolu olurdu. Kedilerden fırsat bulursa, kendiside eşelerdi onu. Ağzına layık parçalar bulduğu zamanları hatırladı. Kutuya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Çırpı bacaklıyı unutmuştu çoktan.

15 Kasım 2007 Perşembe

Kaplumbağa Terbiyecisi

Onu, ilk defa, iş için gittiğim bir şirketin duvarında gördüm. Elinde tuttuğu neyi, boynundan sarkan maşası, kafasındaki kavuk ve kırmızı kaftanıyla ilgimi çekti. Yere serpiştirilmiş yeşillikleri yiyen kaplumbağaları izleyen sakallı bir adam figürüydü bu. Resme hakim olan kırmızının ve ışığın kullanımını beğendim, ama asıl sevdiğim gizemli kompozisyonu oldu. Yaşını başını almış, ciddi yüzlü, sakallı bu adamın, elinde ney, boynun da maşayla, kaplumbağalarla ne işi olabilirdi? Bir deli olabileceğini bile düşündüm.

Düşündüğüm olasılıklar içinde, Kaplumbağa Terbiyecisi olabileceği yoktu. Yaratıcısı Osman Hamdi Efendi, hukuk eğitimi için 1860’da gittiği Paris’ten, 12 yıl sonra, bir hukukçu olarak olmasa da, tutkulu bir ressam ve müzeci olarak dönmüş. Paris’te yaşadığı yıllar onu batı etkisinde bırakmış. Dönüş sonrası Osmanlı’daki hayatı, doğu ve batıyı harmanlama çabalarıyla geçmiş. Bu duygu bana bildik geldi. Sevdim bu mücadeleci ressamı. Resimlerinin yanı sıra, güzel sanatların geliştirilmesi ve tarihi eserlerin korunması konusunda ciddi çalışmaları ve hayal kırıkları olmuş. Arkeoloji Müzesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisini kurmuş.

Tablo ise, tam bir sembol zengini. Kahramanın kıyafeti, dervişliğe ait öğelerle dolu. Mevleviliye girmek isteyenler, 18 hizmetten oluşan, 1001 günlük çileden geçermiş. Amaç sabrı öğrenmek, kibri yenmekmiş. Bu gönüllü çekilen çilelerin hepsini daha öğrenemedim, ama tabloyla ilgili olanları şöyle:Sırtında kaplumbağaya benzeyen nesnenin adı ‘Fakir Çanağı’. Derviş adayları bununla, kapı kapı dolaşır, ihtiyaçları olmadıkları halde yiyecek toplarmış.

  • Pazara giderken kuşaklarına taktıkları maşa sayesinde, pazarcılar onları tanır, aldıkları mallarda indirim yaparmış. İndirim kartları yokmuş o günlerde.
  • Beş kaplumbağanın, değişime karşı direnen kesimi ve yavaş değişen toplumu temsil ettiği düşünülüyor.
  • Dökülen sıva ve duvardaki çatlaklar ise parçalanmaya başlayan Osmanlıyı temsil ediyor. Kırmızı kaftanlı adamımız da sabırla değişimi sağlamaya çalışan, tüm zorluklara göğüs geren bir aydın.

Dervişimiz neyi üfleyip, o gönülleri fetheden sesiyle, kaplumbağaları terbiye etmeye çalışıyor. Neyin yetmediği yerde maşa devreye giriyor. Kaplumbağaların bizim gibi kulakları olmadığı, hatta işitemedikleri, sırtlarındaki kalın bağa nedeniyle maşayla canlarının yanmayacağı düşünülürse, aydınımızın işi zor. Hatta boşa kürek çektiği bile düşünülebilir. Ben daha iyimser bakmak istiyorum. Kaplumbağalar bile terbiye edilebilirse, birçok şeyi yapabilmek mümkün. Yeter ki isteyelim.

Yorumu, ne olursa olsun, bu çok çarpıcı ve göz doyurucu eserin aslını görmek istiyorum. Pera Galeri’ye yol göründü demektir bu.

9 Kasım 2007 Cuma

Mim Rüzgarları

Sessiz sedasız ara verdiğim yazılarıma, Gülçin kardeşin beni mimlemesiyle dönüş yapmak zorunda hissettim. Bloglarda esen mim rüzgarına kapılanca bana da yönlendirmiş. İki tane özlü söz yazmam gerekiyor. Neyse ki seçimim zor olmuyor. Birincisi, büyük bir ailenin ev işlerini nerdeyse tek başına üstlenmiş olan annemden, diğeri de özlü sözleriyle meşhur olan 18. yüzyılın büyük yazarı Goethe’den.

Dede, babaanne, amca ve kuzenlerin oluşturduğu evimizin tüm işlerini, pek şikayet etmeden tek başına üstlenen annem, yazları bağ ve bahçe işleri çıkınca zorlanmaya başlardı. Bu durumlar da en büyük çocuğu olan benden yardım isterdi. Genellikle evi temizlemek şeklinde olan bu istemlerine hep ‘Kızım, yaptığın bana ise öğrendiğin sana’ sözleri eşlik ederdi. O zamanlar farkına varmadığım bu incelik, sonraları beni hep duygulandırmıştır.

Bu sözlerde ki derinlik öğrenim, iş hayatı ve günlük yaşamımı etkilemiştir. Bir şeyleri öğrenmem ya da öğretmem gerektiğinde bunu salt okuyarak, dinleyerek ya da seyrederek değil bizzat yaparak öğrenmeyi ya da öğretmeyi denerim hep. En iyi eğitimcilerin de katılımcılara deneme şansı verenler olduğuna inanırım.

Goethe'nin 'İnsan kendini yalnızca insanda tanır' özlü sözünü, K Dergisinin kapağında görür görmez benimsemiştim. Hayatımın değişik dönemlerinde, bir sürü ırktan, kültürden, dinden, görüşten, yaştan bir araya geldiğim insanları düşünüyorum. Bunca etikete rağmen insan tatlısıyla tuzlusuyla, gerçekleriyle insan. Başkalarının gerçeklerinde kendini gören bir insan. Kendinde olanı, olmayanı, bildiklerini, bilmediklerini, hayallerini, düşlerini, korkularını gösteren bir ayna gibi. Bu yansımalar karşısında sevinir, üzülür, neşelenir, imrenir, öfkelenir, kısaca bir sürü duyguyu yaşarız. Hangi duyguyu yaşarsak yaşayalım, her defasında kendimizi tanıma adına olan uzun yolculuğumuzda yeni bir kapı aralanıverir.

‘Aynaya bakar bakar, hayalimi ararım’ demek istediğim sanılmasın. Bunca yansımayı dengeleyen başka bir gücün farkındayım. Bu da herkesten farklı olmak ihtiyacımız. İyi ki böyle ve hepimiz farklıyız. Farklı bir anne, baba, arkadaş, yazar, çizer, yönetmen ya da blogcuyuz. İşte size farklı mim yazıları: Gülçin'inkine buradan, Latin rüzgarları estiren Hep'inkine buradan ulaşabilirsiniz.

Goethe çok farklı şeyler söylemek istemişte olabilir. Ölüm döşeğindeyken 'Işık, ışık biraz daha ışık' dediği söylenir ve bundan çeşitli anlamlar çıkarılır. Diğer bir görüş ise, odasına daha çok ışık gelmesi için bakıcısından ikinci bir panjur açmasını istediği doğrultusunda.

En sevdiğim özlü sözü sona sakladım. Bu bir Meksika Atasözü ama ufak düzenlemelerle bu topraklarda da rahatlıkla uygulanabilir:

Hayat ekşi bir limon uzattığında, ah kötü kader demeyelim, üstüne tekila ve tuz isteyelim.

22 Eylül 2007 Cumartesi

Sufi

Ana caddeden sola dönünce, sokağın ilk evlerinden biriydi evimiz. Atkestaneleri ile kaplı sokağın adı ‘The Avenue’ yani iki tarafı ağaçlı yol demekti. Evlerin 18. yüzyıldan kaldığı düşünülürse ağaçların yaşları yüzden az değildi. Hepsi de sokağın iyi ve kötü günlerine şahit olmuşlardı. II. Dünya Savaşı’nda insanlar Alman bombardımanından sığınaklara kaçarken, onlar sokağı beklemişti. Bu ağaçlardan biri o kadar büyüktü ki, gövdesini iki kişi ancak kucaklayabilirdi. O benim arkadaşımdı. Her karşılaşmamızda elimle dokunur hatırını sorardım.

Soğuğun rüzgarla iyice sertleştiği o kış akşamı, başı göklerdeki sokak arkadaşımı selamlayıp eve yollanmıştım ki onu kapıdaki paspasın üstünde gördüm. Simsiyah parlak tüyleri, dimdik kulakları ve çakmak yeşili gözleriyle geldiğimi farkeden kedi kıvrıldığı yerden kalkarak bana yol verdi. Eğilip başını okşadım. Tüyleri yumuşacıktı. Komşulara ait olmalı diye düşündüm. Biraz sevdikten sonra eve girdim.

Ertesi sabah işe gitmek üzere kapıyı açıp onu paspasın üzerinde bulunca çok şaşırdım. Evsiz bir kedi miydi yoksa? Bunu neden daha önce düşünememiştim? İstanbul'a benzemezdi Londra. Sokak kedileri olmazdı. Hala kapımda olması düşündürücüydü. Yan komşunun zilini çaldım. Yaşlı komşum durumu aydınlatabilirdi. Pembe sabahlığı içinde kapıyı açan Vera’nın da bir bilgisi yoktu. Biraz konuştuktan sonra 'En iyisi ben onu eve alayım, bu kışta kıyamette dışarıda kalmasın' dedi.

O zamana kadar hayalindeki tek hayvan siyah bir labrador olan ben gün boyu onu düşündüm. Ürkek hali gözümün önünden gitmiyordu. Artık paspasta sabahlamayacağı için sevinmem gerekirken üzülmeme şaşıyor, bir önceki geceyi dışarda geçirmesine neden olmama kızıyordum. Akşam acele adımlarla eve giderken ağacıma selam vermeyi bile unutmuştum. Vera'nın zilini çaldığım da kararlıydım. Onu alacaktım. Vera biraz üzülmüş gibi gözükse de, tüm gününü evdeki iki kediden saklanarak geçirdiğini, alışmasının zor olacağını söyleyerek razı oldu. Onu saklandığı karyolanın altından çıkarırken ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım.

Kucağımdan yere bıraktığımda, evin her tarafını dolaşıp kokladı. Sıcak kaloriferin yanına kıvrılıp tüylerini yalamaya başladığında evi benimsediğini anlamıştım. O akşam evdeki ton balığıyla idare etti. Ertesi gün yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını aldığım da evimizin bir parçası olmuştu. Adını bilmiyorduk. Bir haftalık arayıştan sonra ona Sufi adını verdik.

Özgür ruhluydu. Kucak kedisi değildi. Eve gelenlerin bacaklarına sürtünür, ‘miiiyk’ sesi çıkarır, kucağına almak isteyenlere hiç yüz vermezdi. Bizim kucağımıza canı çektiğinde gelir, biraz kaldıktan sonra yapması gereken bir şeyi hatırlamış gibi kalkar giderdi. Halbuki bahçe turunu bitirdiğinde evin içine serpiştirdiğim minderlerde uyuklamaktan başka yaptığı şey yok gibiydi. Ara sıra da ekseni etrafında döner kuyruğunu yakalamaya çalışırdı. Onu kucak kedisi olmaya hiç zorlamadım.

Rahat ve sıcağa düşkünlüğü bana babaannemi anımsatırdı. İkisi de gürültüye tahammülsüzdü. 5 Kasım’da olması gereken ama havai fişek partileriyle bir ay sürebilen Guy Fawkes kutlamaları döneminde gardırobunu sığınak olarak kullanırdı. Bazı fişeklerin sesi bombayı andırırdı. 80’li yıllarda İstanbul’da kaldığım öğrenci yurdundan, gecenin sessizliğini bölen bomba seslerine alışkındım. Bu sesi Londra’da ilk duyduğum Kasım gecesi, IRA bombası sanmıştım. Asıl nedenini öğrendiğim de çok rahatladığımı hatırlıyorum. Sufi’nin bu şansı yoktu. Anlam veremediği bu sesler onu hep korkutacaktı.

Ayrılığımızın üzerinden dört yıl geçti ve ben onu hiç unutmadım. Yaşlandığı, günlerini çoğunlukla uyuyarak geçirdiği ve kuyruğunu yakalamaktan vazgeçtiği haberlerini alıyorum. Bir kedi yılının yedi insan yılına eşit olduğu düşünülürse şaşırmamalıyım.

Bazı alışkanlar insanı kolay terk etmiyor. Ne zaman evin loşluğunda onun cüssesine benzeyen bir poşet ya da çantanın yaptığı karaltıyı görsem, hala Sufi zannederim.


17 Eylül 2007 Pazartesi

Joanna

İngiltere'de yaşadığım yıllarda en çok ilgimi çeken şeylerden biri üç kişinin bir araya gelmesiyle bir parti oluşmasıydı. Bunun için çok özel bir neden gerekmezdi. Doğum günleri, yıldönümleri, tatiller, yeni bir iş parti nedeni olabileceği gibi, havanın iyi ya da kötü olması, aybaşı ya da sonu olması bile yeterli olabilirdi. Partiler enerjilerini bol miktarda tüketilen içkilerden alırdı. İçilen her yudum insanları daha bir konuşkan yapar, gittikçe yükselen ses ve kahkahalardan oluşan uğultular dalga dalga yayılırdı. Partiler evde, sokakta, bahçede, park, pub ya da her hangi bir yerde olabilirdi. İçki bitmeden parti bitmez, bitince de gidilecek başka partiler bulunurdu.

Genellikle eğlenceli olan bu partiler bir sürü insanı bir arada görmenizi, yenileriyle tanışmanızı sağlardı. Herkes için oturacak yer olmasına rağmen insanlar genelde ayakta söyleşirlerdi. Ellerindeki içki bardağı, yiyecek tabağı, omuzlarındaki çanta ve ağızlarındaki sigarayı dengelemek zorunda kalsalar bile oturmazlardı.

Londra'daki ilk günlerimin ikinci partisine çağrıldığım da çok heyecanlanmıştım. Parti akşamı imparatorluğun en parlak dönemi olan Victoria döneminde yapıldığı için o adla adlandırılan evlerden birinin yolunu tutmuştum. Üç katlı bu ev tuğlalı ön cephesi, kapı ve pencere üstlerindeki beyaz oymalı dekorlarıyla sokaktaki evlerin aynısı gibi görünüyordu. İçeri girildiğinde sağda geniş bir salon, yanında da yemek odası vardı. Odalardaki değişik boyuttaki şömineler bu evlere ayrı bir güzellik katardı.

Parti bir Halloween partisiydi. Tavanlardan sarkan plastik yarasalar ve loş ışıklandırmayla efek yapılmıştı. İnsanlar değişik kostümler ve bu kostümleri yansıtan kişiliklerle gelmişti. Arap şeyhi, prenses, doktor, hemşire, hayalet, iskelet, hizmetçi, kitaplar ve filmlerden bildiğimiz Robin Hood gibi karakterler vardı. Bir partiden çok film setini andırıyordu. Elindeki kırmızı şarap bardağı ile dolanan Drakula'yla bile sohbet etme fırsatı bulmuştum. Pamuk Prenses’e 'Yedi Cüceleri niye getirmedin?’ diye soramamıştım. Daha sonra bu insanları tekrar görecek ama bazılarını kostümsüz oldukları için tanıyamayacaktım.

Tüm bu eğlence ve heyecana rağmen partinin benim için en büyük özelliği Joanna ile tanışmam olmuştu. Ayakta geçen saatlerden sonra bir yerlere oturmak istemiş, yemek salonu ve merdivenlerde yoğunlaşan kalabalığın içinden sıyrılıp oturma odasına geçmiştim. Joanna'yı koltuğun kenarında elinde sigara ile gördüğümde gülümseyerek selam verdim. Oda bana selam verince tanışma faslımız başladı.

İkimiz de aynı marka sigara içiyorduk. İlginçtir, kostümsüzdük ama kıyafetlerimiz birbirimizinkine benziyordu. O uzun boylu ve hafif topluydu. Sarı kıvırcık saçları, mavi gözleri, yumuşak yüz hatlarına rağmen otoriter bir ifadesi vardı. Benle ilgilenmesi, ülkem hakkında bir şeyler bilmesi hoşuma gitmişti. Daha önce ülkemin nerede olduğunu bile bilmeyen insanlarla karşılaşmıştım. Anlayabileceğim şekilde yavaş konuşuyor, kendi hakkında da bir sürü şey anlatıyordu. Yedi kız kardeşten biri ve ikizi olduğunu, babasının yazar olduğunu, yıllar önce onları terk ettiğini ve daha birçok şey öğrendim. Ayrılırken telefon numaralarımızı da alarak, güzel bir dostluğun temellerini atmıştık.

Sonra çok görüşmelerimiz oldu ve hep o partide neden bir fotoğrafımızın çekilmediğine hayıflanıp durduk. Davet eden arkadaş bana ve Joanna'ya kostüm partisi olduğunu söylemeyi unutmuş ya da biz anlamamıştık. Böyle bir fotoğraf olsaydı, herkesin birbirinden ilginç kostümlerle geldiği o partide seksenli yılların giysileri içinde kıvırcık saçlarıyla gülümseyen iki kişi görecektik.


13 Eylül 2007 Perşembe

Ocak Şubat Maaaart

Kısa süren çocukluk yazlarımın en büyük sevdası denize gitmekti. Neredeyse her günümü denize gitmenin olanaklarını yaratarak geçirirdim. Mahalledeki erkek çocuklar, araba lastiklerinden yapılmış can simitlerini omuzlarına atıp, bir şort ve bir havlu ile denize giderken, bizler yalnız gidemezdik. Bizi denize götürecek bir büyük bulmak zorundaydık. Şanslı olduğumuz günlerde ya annem ya da mahalleli bir kadınla denize yollanırdık.

Deniz öncesi uzun hazırlıklar yapılır, yanımıza domates, salatalık, meyve, peynir, fırından yeni çıkmış taze ekmek, hatta tuzlu balık bile alırdık. Deniz kenarına varır varmaz azıkları gölgeye bırakır, kendimizi denize atardık. Topumuz varsa deniz topu, yoksa kaydırak, omuzdan atlama, dibe dalma gibi oyunlar oynardık. Ben en çok el ele verip, halka oluşturup ‘Ocak, Şubat, Mart, denizin dibine bat’ diyerek hep beraber suya dalmamızı severdim. Su altında en uzun süre kalan oyunu kazanırdı. Oyunu kimin kazandığı umurumuz da olmaz, dibe daldığımızda çıkardığımız bir avuç kumu yüzümüze gözümüze sürer ya da birbirimize atarak eğlenirdik. Sevinç çığlıklarımız denizde dalga olurdu.

O günkü dalışımda aldığım kumla birlikte elime ufak bir cisim gelmiş, baktığımda bunun taşlı bir altın yüzük olduğunu fark etmiştim. Arkadaşlarıma gösterdiğimde herkes kafasına göre yorum yapmış, annem de bu yorumlara ‘sahibini bulmalıyız’ diyerek bir son vermişti.

Kasabamızın çeşitli yerlerine konulmuş hoparlörlerden düğün, vefat, alım, satım, kayıp gibi ilanlar yapılırdı. Pazarın kurulduğu Cuma günleri kalabalıklaşan şehrimiz de kaybolan kuzenim de bu yolla bulunmuştu. Ertesi gün yüzüğün ilanı verildi. Babamdan öğrendiğime göre çok kişi “yüzük benim” demiş. Hiç kimsenin tarifi uymayınca, yüzüğün denizdeki özgürlüğü kasaba karakolunun kayıp eşya kutusunda son bulmuş, bizde yüzüğü unutmuştuk.

Aradan geçen zaman içinde, kasabayı ziyaret eden bir aile, bu hikayeyi duymuş. Yaptıkları tarifle, karakoldaki yüzüğün kaybedilen yüzük olduğu anlaşılınca çok sevinmişler, bulan kişiyle tanışmak istemişler. Biz de gittik.

1956 yılındaki büyük yangında kül olan eski ahşap evlerin yerini, iki katlı önü arkası bahçeli betonarme yangın evleri almıştı. Kaldıkları pansiyon bu evlerin olduğu mevkideydi. Bizi pansiyonun çiçek kokan asmalı bahçesinde karşıladılar. Annemin arkasından çekinerek girdiğim kalabalıkta gözlerin üstümde olması beni rahatsız etmişti. Birkaç kişiyle tanışıp tokalaştıktan sonra yüzüğün sahibinin oturduğu sedire götürüldüm. Derin kırışıklarla dolu yüzündeki huzurlu ifadeyi görünce rahatlamıştım. Kasabada o yaştaki kadınlar başlarını bağladıkları halde onunki açıktı. Gümüş rengi saçları giydiği siyah elbisesiyle çok farklıydı. O yıllarda eşlerini kaybeden Rum kadınlarının, hangi yaşta olursa olsun, sadece siyah giydiklerini bilmiyordum.

Beni görünce yerinden kalkmaya yeltendi ama olmadı. Elimden tutarak nerden bulduğuna şaşırdığım bir güçle beni kendine doğru çekerek yanına oturttu. Derin mavi gözleriyle bir süre yüzüme baktıktan sonra, titrek bir sesle yüzüğü nasıl bulduğumu sordu. Bir çırpıda anlattım. O da beni fazla merakta bırakmayıp kendi hikayesini anlatmaya başladı. Kasabanın eski yerlilerinden Rum bir ailenin kızıymış. Yıllar önce kasabımızı terk etmek zorunda kalmışlar. Yüzük de ona eşinin armağanıymış. Daha sonraki kötü günlerin de her şeyini satmak zorunda kalmış ama yüzüğe asla kimseyi dokunturtmamış. Yıllarca görmediği kasabasına iki yıl önce, onun ısrarı üzerine ailecek gelmişler. Yaşadıkları evin yandığını öğrenince çok üzülmüş, soluğu tek değişmeyen yerde, sahilde almışlar. Suyun içinde uzun süre oturmuş, iyice inceleşen parmaklarından yüzüğün kayıp gittiğini daha sonra anladığın da ise iş işten geçmiş.

Bir daha ne yüzüğü nede kasabayı tekrar göreceğini düşünmezken, bu kez torunlarının ısrarı üzerine tekrar gelmişler. İyi de etmişler, çünkü bu yüzüğe tekrar kavuşmak, onu bir anlamda çocukluk aşkına tekrar kavuşturmuş.

6 Eylül 2007 Perşembe

Bir İhtimal Daha Var

İstanbul’da iki Avusturyalı kızın, iki akşam peş peşe aynı kişiye yol sorma olasılığı nedir?

Dün akşam Osmanbey Metro’da beklerken, iki genç kız, bana gelen trenin Taksim yönüne gidip gitmediğini sordu. İkisi de siyah giysili olan kızların biri alabildiğine sade diğeri ise kocaman halka küpeleriyle ‘süslü’ denebilecek birisiydi. İngilizce konuşmasalar Türk bile zannedebilirdim. Kendimi kompartımanın kalabalığına attığım da onları çoktan unutmuştum.

Bu akşam Taksim’den Funikulere binecektim ki bu sefer de İstanbul Modern’e nasıl gidileceğini sordular bana. Gelen trene beraber bindik. Onlara önceki akşam konuştuğumuzu söyleyince önce yüzüme dikkatle baktılar, sonra da gülmeye başladılar. Ben de katıldım kendilerine. Kısa süren yolculuğumuz da bu şehri ne çok sevdiklerini ama yakında veda etmek zorunda olduklarını öğrendim. İndiğimizde yolu tarif ettim. Ayrılırken bana yarın akşam görüşürüz diye şaka yapmaları ikinci bir gülme seansına neden oldu. Vapura bindiğimde yüzümde kalan tebessümü silmeye çalışıyordum hala.

Taksim kalabalığında kızların yol sormak için tekrar beni bulmasını çok düşündüm. Casablanca filminden Rick’i hatırladım. Paris’teki kısa tanışmalarından sonra hiçbir haber alamadığı ama hala sevdiğini düşündüğü İlsa’nın barından içeriye girmesi üzerine ‘Dünyada o kadar bar varken, gelip benim barı buldu’ demesini anımsadım. Bu karşılaşmaların hayatımızda ki payı düşündüğümüzden çok daha fazla olabilir. Her ne kadar tesadüflere inanmak bana cazip gelse de yaşanan şeylerin aslında o kadar da tesadüfi olmadığını da düşünmüyor değilim.

İş çıkışı yaşadığım bu olay, bir yıl önce gittiğim İstanbul Modern’i hatırlattı bana. Çok eğlenmiş, antrepodan galeriye çevrilen bu aydınlık binada sergilenen rengahenk eserlerle ruhumun doyduğunu hissetmiştim. Sadece balkonundaki nefis boğaz manzarası için bile gidebilecek bir yer olarak kalmış aklımda.

O gün birde, o özgürce kullandığı çizgi ve renkleriyle canlandırdığı berberler, cazcılar, sokaklar ve insanları ile Fikret Mualla’yı keşfetmiş, tekrar gelirim diye söz vermiştim kendime.

Gitmeyi bırak galerisinden aldığım resimleri bile çerçeveletip duvara asamadığım düşünülürse, bu tatlı tesadüf için, kızlara tekrar karşılaştığımız da teşekkür etmeliyim. Yarın akşam karşılaşma ihtimali nedir bilemiyorum ama ikisinin de siyahlar içinde olmasına rağmen, birinin neden o kadar süslü göründüğünün sırrını çözerim belki.

19 Ağustos 2007 Pazar

Çekilsem Sahillere Hayaller mi Kursam?

Yoksa hayallerimin peşinde mi koşsam? Hayaller sadece kurulmak için mi yoksa?

Kiminle konuşursak konuşalım mutlaka bir hayali vardır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri hayal kurabilme özelliği olsa gerek. Bir kedi ya da köpeğin de hayalleri olabilir ama birçok buluş ve icadı, hayalleri peşinde koşabilen insanlara borçlu olduğumuz bir gerçek. Bu özelliğimiz yaratıcılığımızın sınırlarını zorlar, bizi daha önce ulaşılmamış şeylere ve yerlere sürükler.

Asıl amacım resimlerini çok sevdiğim bir ressamdan bahsetmekti. Giriş yapayım derken hayaller üzerine yazar buldum kendimi. Karısı Susan'ın ölümünden sonra hissettiği büyük yalnızlığı bastırmak için 70 yaşından sonra resim yapmaya başlayan Alfred Wallis (1855-1942) bu ressam. Kendisi hiçbir resim eğitimi almadığı gibi, eserlerini de yaşadığı küçük kulübesinde bulduğu kutuları keserek oluşturduğu mukavvalar üzerine yapmıştır. Eğitim almaması, resimlerine masum ve yalın bir ifade vermiş, daha önceden bilinen birçok kuralı alt üst etmeyi başarmıştır.

Gemilerde tayfa olarak geçirdiği dönemden kafasında kalan imajları, zaman zaman da St Ives limanını ve fenerini obje olarak kullanmıştır resimlerinde. Topografik bir hafıza ile yaptığı resimlerde, klasik anlamda kullanılan perspektiflik unsuruna yeni boyutlar getirmiştir.

Şansı (bizim şansımız da diyebiliriz buna) yaver gitmiş, bir gün deniz kenarındaki kulübesinde resim yaparken, zamanın ünlü iki ressamı tarafından keşfedilmiştir. Bu keşfedilme, Wallis'in hayatını değiştirmemiş, birkaç resim satmış, yalnızlığını resimleriyle renklendirmeye devam etmiş ve yoksulluk denebilecek koşullarda St Ives'daki hayatına veda etmiştir. Geride Tate'de dahil olmak üzere yüzlerce resimden oluşan zengin bir koleksiyon bırakmıştır.

Kendi alanlarında belirli bir yere gelmeleri zaman alan iki sanatçı daha geliyor aklıma. Jack Nicholson sanatının meyvelerini 36 yaşından sonra almaya başlamış, Guguk Kuşu ve Shining filmleriyle dünyada tanınmaya başlanmıştır. Wallis'in çağdaşı Stan Laurel ise 1890 tarihinde doğmuş, 1926 yıllarında Oliver Hardy ile çalışmaya başlayıp, yapımcı Hal Roach'ın dikkatini çektikten sonra ünlenmiştir.

Belkide bir şeylere geç kaldım diye üzülmemelidir insan. Her yaşta yaşanacak şeyler, arkasından koşulacak hayaller vardır. Yaklaşan doğum günüm bana bunları yazdırtıyor olabilir. Sizlerle paylaşayım istedim.

16 Ağustos 2007 Perşembe

Çıkış

Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu algılamakta güçlük çekiyorum. Etrafıma uzun süre şaşkın gözlerle baktıktan sonra Londra'daki ilk sabahım olduğunu anlıyorum. Hemen cama koşup diğer evlere, özenli bahçıvanların ellerinden yeni çıkmış gibi görünen bahçelerine bakıyorum ve nerede olduğuma dair hiç bir şüphe kalmıyor kafamda.

Böyle bir anda günlüğümü ihmal etmem mümkün değil. O zamana kadar hiç tatmadığım duygularımı sözcüklere dökmeye başlıyorum. Yeni doğmuş bir bebek gibiyim. Ne öncem var nede sonram sanki. Antenlerimi açmış, yeni şeyler öğrenmeye ve tatmaya çalışan enerji yüklü bir halim var.

Daha sonra, Kakule ve adlarını daha hala öğrenemediğim bir sürü baharatla kaynatılmış çay eşliğinde kahvaltımı yapıyorum Hintli ev sahiplerimle. İngiliz tatlarından önce Hint tatlarını öğrenmek varmış bu İngiliz başkentinde. Yeni tatlar turu biter bitmez, çevre turuna çıkıyorum. Hayatımda hiç görmediğim bir düzen hakim bu şehre. Sıra sıra dizilmiş birkaç katlı evlerin içinden geçerek parka gidiyorum, oturup etrafı seyrediyorum, yeşilin ne kadar çok tonu olduğunu keşfediyorum.

Ertesi gün Istanbul’da İngilizce kursunda tanıştığım Selda beni almaya geliyor. Görevi var; beni Londra metrosuna tanıştırmak. Bana Londra’da geçen günlerinden bahsediyor yolculuğumuz boyunca. Herşeyiyle çok memnun hali içimi rahatlatıyor. Bilet alırken bana da metronun bir haritasını almayı ihmal etmiyoruz. Bizim kullandığımız hat, Piccadilly, rengi de lacivert. Şehrin altında ikinci bir dünya, arı gibi çalışan, bir tren şehri var adeta. Mavinin dışında her biri başka bir renkle sembolize edilen bir sürü hat var. Gökkuşağının renklerinden daha fazlası var bu yeraltı şehrinde.


En çok siyahiler; pırıl pırıl, esmerin tüm tonlarını yansıtan sağlıklı ciltleri ve afro saçlarıyla ilgimi çekiyor. Dünyanın her tarafından insanların cirit attığı bir yer burası. Onları tanımanın en kestirme yolu buraya gelmekmiş meğer. Uzak Doğululardan tut, Afrikalılar, Latinler, Japonlar, Doğu Avrupalılar, Amerikalılar; Londra metrosunu benim gibiler için bir Dünya Müzesi yapmak için bir araya gelmişler diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Metro turumuzu Leicester Square’de dışarıya çıkarak tamamlıyoruz. Çeşit çeşit mağazalar, restoranlar, kafeler, sinemalar, diskolar, sokak göstericileri; bakmakla, görmekle bitmeyecek bir sürü şey var. Bu yolculuğu 20 yıl sonra yapmış olsam, kitle iletişim araçlarının etkisiyle böyle canlı ilk izlenimler yaşamanın mümkün olmıyacağını bilmiyorum o an. Sonraları bu bölgeyi çok turistik bulacağımı da. Ama o an başımı döndürüyor bu alegori.

Turumuz bitince metroyu kullanarak tek başıma yapıyorum yolculuğumu. Zafer kazanmış kumandanların edasını götürüyorum eve.

İlk günlerimde silindiğini hissettiğim mazim gelip beni yakalıyor zamanla. İyi de oluyor. Gerze, İstanbul ve şimdi de Londra’nın karması olmaya başladığımı hissediyorum. Mutlu oluyorum bu yeniden olusumumdan.

Önceleri ilginç gelen Hint yemeklerinden bıkmaya başladığım bir okul çıkışı Wimpy’e gidiyorum. Kasada parayı alan kişi bana Türk’müsün diye soruyor. O an koptuğum an oluyor. İçimde biriktirdiğimi fark etmediğim memleket özlemiyle olsa gerek, önce hıçkırıklara, sonra gözyaşlarına boğuluyorum. Beni en yakın masaya oturtup, önüme de peçeteleri diziyorlar. Masaya doluşan, nasıl ve nerden birdenbire ortaya çıktıklarını hala çözemediğim bir sürü Türk bu hızlı peçete tüketimini izlerken, komik şeyler anlatıp beni güldürmeye çalışıyor. En çok da kasiyerin anlattıklarına gülüyorum.

Bu onun ilk metro anısı. Benim Selda'lı turumdan çok farklı. Yaptığı ilk metro yolculuğunda 'Çıkış' kelimesinin İngilizcesini bilmediği için her gördüğü kalabalığın peşine takılmış. Takibe aldığı hiç bir kalabalık ta çıkışa yönlenmeyince gün yüzünü görmesi saatler almış.

2 Ağustos 2007 Perşembe

İstanbul'da Mmöööö Zamanı

İstanbul'u inekler bastı. Evet, 1.5 yıllık bir hazırlıktan sonra nihayet 1 Ağustos'tan itibaren şehrin sokakları ineklerle renklenmeye başladı. İlki 1998 yılında Zürih'te başlayan daha sonra dünyanın 54 kentinde yer alan İngilizce çevirisiyle 'İnekler Geçiti' denebilecek, bizde ise daha çok 'Dikkat İnek Çıkabilir' sloganı ile yer alan bu sokak sergisinde yer alan parçalardan biri Cemil İpekçi'nin ineği. Daha yaratıcısının adını görmeden kime benzediğini görmemek mümkün değil.


Eğer bu birbirinden renkli inekleri daha görme şansınız olmadıysa üzülmeyin. Etkinlik 30 Ekim'e kadar devam edecek. Tabi Rodi'nin heykelinin akıbetine uğramazsa. Her sabah bir zamanlar heykelin olduğu alandan geçerken, geride kalan çukurun çöplerle dolduğunu görmek yeterince üzüntü veriyor zaten.

Her ne kadar sponsor firmaların reklamlarını yapmaları için bir fırsat alanına dönüşmüşse de toplumsal ya da çevreci mesajlar veren ineklerin olduğu da bir gerçek. Dahası hiç beklemediğiniz bir anda karşınızı çıkabilirlermiş. Kadıköy'deki Boğa'mız sergi haberini ilk duyduğunda çok sevinmiş ama hevesi gırtlağın da kalmış, çünkü inekler bu yakaya gelmiyeceklermiş.

Şişli Belediyesi'nin düzenlediği ve 150'si ünlü 190 sanatçının tasarladıği inekler Kasım ayında satılacak, gelirleri de Sokak Çocukları Rehabilitasyon Derneği, AÇEV ve TEMA'ya verilecekmiş.

Bakalım İstanbul sokaklarında dalgın dalgın yürürken kaç tanesiyle burun buruna geleceksiniz. Nişantaşı'na yolunuz düşerse Sezen Aksu'nun kini görmeniz mümkün. Göremezseniz de üzülmeyin işte size bir fotoğrafı.




28 Temmuz 2007 Cumartesi

Adaş'ıma

Çocukluğum da benimle aynı ismi paylaşanlar yok denecek kadar az olmasına rağmen, büyüdüğüm de ortalığın adaştan geçilmediğini farkettim. Dahası arıların ve kaynanaların kraliçesi olup medyayı uzun bir süre meşgul eden adaşlarım oldu.


Rivayete bakılırsa, ailenin ilk kız çocuğu olarak dünyaya geldiğim için bana babaannemin adı verilecekmiş, ama babam son anda bir çalım yaparak doğumun çok zor olduğunu söylemiş ve bana doktorun adını verdirtmiş. Babannemin adını taşıma görevi ise üç kuzenim arasında paylaşılmış. Babama sorup teyit etmeye cesaret edememişimdir ama, bana doktorun değil, o zamanlar ünlü olan bir film yıldızımızın adını verdiği ihtimalini düşünüp tebessüm etmişimdir nedense.

En büyük adaşım Londra'da bir sürü ilke imza attığımız, adaşlığın ötesinde birbirimize akla gelebilecek her sıfatı yüklediğimiz Sem olmuştur. Aynı Üniversite de okumamıza rağmen İstanbul'da tanışamamızın acısını Londra'daki uzun yıllarımızda fazlasıyla çıkarmaya çalışmışızdır hep.

Birbirimizi tanımaya yedi saat süren, umutlu ve heyecanlı ilk Londra yolculuğun da başladık. Uçak dilenci vapuru gibi Zürih ve Varşova'ya uğramış, bizim kız nasıl becermişse Varşova havaalanında gümrük bölgesinden geçmeyi başarmış, o zamanlar doğu bloku olan bir ülkenin topraklarından onu batıya götürecek uçağa dönmesi bir hayli zor olmuştu. İyiki de başarmış, adaşlığımız kısa soluklu kalmamıştı.

Bilinmeyene gitmenin o inanılmaz tadı ile yaptığımız ilk yolculuğumuzdan sonra evlerimiz ayrıldıysa da, her hafta sonu benimle buluşup Londra maceralarımın yıldızı olmuştur. Türklerin sayılı olduğu o ilk dönemimiz de, bir anda iki tane Türk kızıyla tanışan yabancılar isimlerimizi sormuş, adaş olduğumuzu öğrenince de, her ne kadar sesli ifade etmeseler de isim fakiri olan bir ülkeden geldiğimizi düşünmüşlerdir. En garibi de, ismimizin aynı olduğunu söylediğimiz halde, birbirimize çok benzediğimizi söyleyip kardeşmisiniz diye sormaları olmuştur.

Sanki hep çantasını, pasaportunu çaldıran, başına binbir türlü şeyler gelen o olmuştur. Nikahlarımız da birbirimizin şahidi olmuş, düğünlerimiz de aynı gelinliği paylaşmışızdır. Gelinlik aslında onun olmasına rağmen beraber seçilmiş benim de işimi görmüştü. İngilizce kurslarına beraber gitmiş, pratik olsun diye aramızda İngilizce konuşmuş, derin meselelere gelip İngilizcelerimiz kifayetsiz kaldğında Türkçe'nin akıcılığına kayıvermişizdir.

İş bulma konusunda bana 'iş bulan kurum' olmuş, bir sürü işte ya beraber çalışmış ya da o ayrıldığında ben onun yerini almışımdır. Bir de Aquatera'da çalışırken o kadar ısrarıma rağmen doğumunu yılbaşı balomuz olduğu gün yapmasaydı! Hastahaneye kaldırıldığını öğrenince, balo için aldığım pırıltılı elbisem çantam da hastahaneye koşmuş, o içerdeyken ben de dışarda baloya yetişebilirmiyim sancısı çekmiştim. Minik Papatya'yı görünce bu sancım geçivermiş, hala şansım olmasına rağmen gitmemiş, o yılki balo bensiz olmuştu.

Birbirimizi tamamladığımızı düşündüğüm, paylaşımlarımızın sayılamıyacak kadar çok olduğu, şimdi özlemim olan adaşım doğum günün kutlu olsun. İyi ki varsın.



16 Temmuz 2007 Pazartesi

Dertler Rodi'nin Yakasını Bırakmıyor

Size Kadıköy'deki Rodi'nin heykelinden bahsetmiştim. Bugün öğrendiğim bir habere göre bu heykel çalınmış ve Rodi arada heykelin çalındığı yerde dolaşıp efkar dağıtıyormuş. Hatta Nimet beyle olay yerinde heykelin bıraktığı çukura bakarken resimleri bile var.


Heykeltraş Ergin bey ise timsah heykeli de çalınacak diye korkulu rüyalar görüyormuş. Belediye yetkilileri ise seçimi düşünmeyi bir kenara bırakmış, Boğa heykelimiz de çalınırmı diye kara kara düşünüyorlarmış.


Heykelin nerede olacağına dair bilgisi olanlar lütfen haber versinler yoksa gene yurt dışından bir detektif getirmek zorunda kalabiliriz. Detektifimiz ise bu günlerde hayli yoğun. 8-19 Ağustos'ta kişisel resim sergisi var. Londra'da olanlar, oraya gitme imkanı olanlar, sergi muhteşem bir gölü ve parkı olan Highgate, Waterlow Park, Lauderdale House'ta. Mutlaka gidin; yediğiniz içtiğiniz sizin olsun gördüklerinizi anlatın bize yeter. Aşağıda sergiden bir numune.



15 Temmuz 2007 Pazar

Kırmızı Bantlı Kız

Arkadaşları Selena ve Peter’in tatile gitmesiyle bu koca şehirde ilk defa yalnız kalmıştı. Gündüz sokaklarda dolaşmış, parkta oturmuş, gölde süzülen kuğuları seyretmişti ama akşamın yalnızlığı fena halde dokunmuştu. 70 yaşındaki Mary çoktan viskisini bitirmiş, sızmıştı. Canı TV seyretmek, kitap okumak ya da ders çalışmak istemiyor, içinden dışarılara çıkmak geliyordu. Akşam tek başına bir yerlere gitmek daha önce yaptığı bir şey değildi.

İşte böyle bir ruh hali içinde evlerinin bir sokak yukarısındaki Tufnell Park Pub’a tek başına gitmeye karar verdi. Daha önce Selena’larla oraya gitmişti ve tek başına gitmesi problem olmaz diye düşünüyordu. Diğer Publardan farklı, akşamları canlı Caz yapılan bir yerdi burası. Daha sonraları Cazcı Wally Fawkes’ı burada dinleyecekti, ama o an bunu bilmiyordu.

Giyindi, tam dışarı çıkacaktı ki, İstanbul’dan gelirken arkadaşının verdiği kırmızı, kenarları pullu yemeniyi katlayıp, kıvır kıvır uzamış saçlarına bant yaptı. İlk defa bir puba tek başına gitmenin tedirginliği ile adımları geri geri gidiyordu. Pub’ın önünde ki uzun, kararsız bir bekleyişten sonra açtığı kapıda onu sigara dumanı, müzik ve tıka basa dolu bir kalabalık karşıladı. Ayakta bile duracak yer yok gibiydi.

Başı öne eğik, birileriyle göz göze gelmekten korkarak bara doğru yürüdü. Bir Shandy istedi, sigarasını yaktı ve barın yanında ayakta müziği dinleyenlerin içinde kaybolmaya karar verdi. Bu pekte zor olmadı. Yalnızlığı fark edilmesin, birilerini beklediği düşünülsün diye ara sıra bakışlarını kapıya yöneltiyordu.

Cazcıların performansı muhteşemdi. Her parçanın sonunda alkışlar, ıslıklar tüm Pub'ı dolduruyor, çalgıcılar kocaman bardaklarından içkilerini yudumlayıp yeni bir şarkıya giriyorlardı. Müzik hoşuna gitmiş, ara sıra ritmine uyarak başını bile sallamaya başlamıştı. Sahne ile kapı arasında gelip giden bakışları az ilerde ki bir sütuna yaslanmış, kendisine bakan şapkalı kişiyi fark etmede gecikmedi. Bunu fark edince gözlerini ondan da kaçırmaya başladı.

Tam sahneye, müziğin ritmine dalmıştı ki, şapkalıyı karşısında buluverdi. Tuvalete gideceğini, elindeki resim defterini tutmasını istiyordu kendinden. ‘Tabi, neden olmasın’lı telaşlı kelimelerle defteri aldı. O dönene kadar da çok iyi muhafaza etti, sayfalarını bile çevirip bakmadı içine. Şapkalı döndüğünde kendisine nereli olduğunu sordu. Bu şehre geldiğinden beri milyonarca kere duyduğu bir şeydi bu. Her zamanki gibi direk nereli olduğunu söylemektense ‘Sen tahmin et’ demeyi tercih etti.

Tahminler İspanya, İtalya, Fransa gibi Avrupa coğrafyasının ülkeleriyle başladı. Her hayır'ın ardından söylenen ülke ile bir adım daha Türkiye’ye yaklaşılmış ama şapkalı Yunanistan dedikten sonra pes etmişti. Türk olduğunu söyleyince şapkalı Türkiye hakkında bildiği her şeyi sıralamaya başlamıştı. Bildiği çok fazla şey olduğu söylenemezdi ama ilginç geliyordu anlattıkları. Kendisinin bile bilmediği Nasrettin Hoca fıkralarını bu İngiliz’den duymak onu fazlasıyla mutlu etmişti. Deftere eşeğin üzerine ters binen Hoca’nın resmi çizildiğinde kahkahalarla gülmüştü. Daha sonra o akşam çizdiği resimleri gösterdi yabancı. Biraz önce seyrettiği müzisyenler, onların saksafonları, trampet, piyano, gitar hepsi bu küçük defterin sayfaları içinde sonsuzlaşmaya başlamışlardı bile.

Müzik bitip, Pub'ı terk etme anı geldiğinde şapkalıyı uzun süredir tanır gibi bir his vardı içinde. Yalnızlığını tamamen unutmuş, çok hoş vakit geçirmişti. Gelmekle iyi ettiğini düşünüyordu eve yürürlerken. Kendini evinin merdivenlerine kadar getiren bu şapkalıya iyi geceler derken bu karşılaşmasının hayatını ne kadar değiştireceği, bu ülkede yıllarca yaşamasına neden olacağı hakkında ise hiçbir fikri yoktu.

1 Temmuz 2007 Pazar

Kazlar Çalınır Çamlıca’nın Bahçelerinde - Rodili Maceralarım III

Sem’in Judi’yi unuttuğunu düşünen Banu bu işi çözümleme zamanının geldiğini düşünür. Hem ne zamandır ülkesine gitmemiş, oraları çok özlemiştir. Hemen bu fikri Fred’e açıp, kendisiyle gelip Colomboculuk oynamasını ister. Fred’de bunu çok ister çünkü ne zamandır İstanbul’daki caz kulüplerinde çalma hayali vardır ama işlerini ayarlayamaz. Banu tek başına İstanbul yolunu tutar.

Ritz Hotel’de deniz manzaralı bir odaya yerleştikten sonra krem rengi pardösüsünü giyip havaalanından aldığı puroları çantasını yerleştirdikten sonra Kadıköy çarşıda soluğu alır. Rodi’yi bulması uzun sürmez. Kendisini tanıtıp, onu konuşmak için Simit Sarayı’na götürür. Çok özlediği çıtır çıtır simitleri yerken ona Judi’yi bulmaya kararlı olduğunu ama yardıma ihtiyacı olduğunu söyler. Rodi Mart ayından beri Judi’den haber alamadığını, İstanbul’un altını üstüne getirdikleri halde bir sonuca ulaşamadıklarını anlatır. Bu iş sandığından da zor olacaktır anlaşılan.

Rodi’den ayrıldıktan sonra İstiklal’e giden Banu, bu şehrin ne kadar da değiştiğini düşünerek sokaklar da Judi’yi aramaya koyulur. Judi’nin resmini kalabalığa göstererek onu görüp görmediklerini sormaya başlar. Nede olsa şehirdeki hatta tüm ülkede ki insanların konsantre olarak geldikleri bir yerdir burası. Kanadalı turistleri bile atlamadan önüne gelen herkesle konuşur.

Beşinci günü de İstiklal’de geçiren Banu artık yorulmaya, ümidini kaybetmeye başlamıştır. Judi’yi bulamamış ama ikinci detektiflik gününden itibaren yanına aldığı resim defterini İstiklal görüntüleri ile doldurmuştur. Hatta kendisini sokak ressamı sananların isteğini kıramamış, portreler çizerek akşamları çanta dolusu YTL, Dolar ve Euro ile oteline dönmeye başlamıştır. Daha sanat okuluna başlamadan bu kadar para kazanacağını hiç düşünmemiş olan Banu acaba hayatımı sokak ressamı olarak mı sürdürsem diye düşündüyse de bu kararı şimdilik ertelemeye karar vermiştir.

Banu’nun İstiklal’deki varlığı Paparazzi’nin dikkatinden kaçmamış ve ulusal bir gazetenin muhabiri onu gözleme almıştır. Gözlemeyle sonucu ulaşamayacağını anlayan muhabir sonunda kendini Banu’ya tanıtmış, anlat bakalım demiştir. Banu hikayeyi anlatınca muhabir tatlı tatlı kaşınmış sonra da bildik bildik gülümsemiştir. Çünkü Judi’nin nerede olabileceği hakkında fikri vardır.

Ertesi sabah ikili Kadıköy vapur iskelesinde buluşup İbrahim Ağa Mahallesi’nde boş bir arazi üzerinde kurulan Ünlüler Sirki’nin yolunu tutmuştur. Sirk daha TV yayınlarına başlamamıştır ama hazırlıklarla dolu hummalı bir havası vardır. Muhabir kendisini kapıdaki görevlilere tanıtmış, içeriye girmeleri hiç de zor olmamıştır. Bir süre içeride dolaştıktan sonra Judi’yi terbiyecisi ile çalışırken bulmuşlardır. Terbiyeciye röportaj için geldiklerini söyleyip bunun için sakin bir yer istemişlerdir. Önce huysuzlanan terbiyeci, muhabirin onun da resimlerini çekeceğini ve ertesi günkü gazeteler de boy boy çıkacağını söylemesi ile yumuşamış onları görüşme odasında yalnız bırakmıştır.

Banu bir solukta Judi’ye olan biteni anlattıktan sonra bu kabusun sona ereceğini anlayan Judi rahatlamış ve gözyaşları içinde başına gelenleri anlatmaya başlamıştır. Sirkte çalışmak için kaçırıldığı gün Rodi ile buluşmaya gelirken şöyle bir Çamlıca yapayım demiş, oradaki sirk mafyasının eline düşmüştür. Bir sirkle Anadolu’yu dolaştıktan sonra Ünlüler Sirki’ne yüksek miktarda paralarla satılmıştır. Kaçmasın diye de kilit altında tutulduğu için Rodi’ye bile haber gönderememiş ama bir gün bulunacağından hiç ümidini kaybetmemiş. Banu artık tutsaklık günlerinin sona erdiğini yanlarında muhabir varken onu artık burada tutamayacaklarını söylemiştir. Nitekim kısa bir tartışmadan sonra sirk yetkilileri Judi’nin gitmesine razı olmuş, üçlü hemen bir taksiye atlayarak Rodi’nin yanına gitmişlerdir. İki kardeş özlemle birbirine sarılırken Banu görevini başarıyla tamamlamanın mutluluğuyla bir puro yakmış, onlara ve muhabire veda ettikten sonra Sem’in evine gitmiştir.

Banu’yu hiç beklemediği bir anda karşısında bulan Sem şaşkınlıktan ne yapacağını bilememiş, hele Judi’nin bulunduğunu duyunca büsbütün sevindirik olmuştur. Yedi gün yedi gece süren kutlamalardan sonra, Banu güzel anılarını ve para dolu valizini yüklenip Sem ve İstanbul’a elveda deyip ver elini Londra yapmıştır.