25 Şubat 2007 Pazar

Haftanın fotoğrafının düşündürdükleri..


Bloğuma koyduğum ilk haftanın fotoğrafını hatırlıyormusunuz? Sevil’in taktığı adla ‘Gözleri gülen adam’; geyik olsun tadında koyduğum o fotoğraftan sonra, yepyeni bir dünya, fotoğrafların dünyasını keşfettim. Meraklısı arkadaşlar ve internetin bu konuda sağladığı kaynaklar sayesinde birçok fotoğrafı görüntüleme şansı bulup, daha birkaç gün önce varlığından bile haberim olmayan sanatçıların sanal fotoğraf sergilerinin isimsiz konuğu oldum.


Bu haftaki seçimim bir Serdal Güzel fotoğrafı. 2002 yılında 11.06’da çekilmesine rağmen ismine daha yeni kavuşmuş bir fotoğraf. ‘Pasaklı karizmatik arkadaşım İstanbul’a küsmüş :-(’. Bazı fotoğraf isimleri vardır, görüntü ile bütünleşip mükemmel bir ikili oluştururlar, birbirinden ayrı düşünemezsiniz onları. Bazıları ise isimsiz fotoğraf olarak sürdürür tüm yaşamlarını. Diğerleri ise kendilerine verilen alakasız bir isimle yaşamak zorunda bırakılırlar.

Bu fotoğrafın ismi çarpıcı olmuş, ama doğruluğu tartışılır. Neden mi? Çünkü düpedüz kontesi yanlış tanımlama var. Tamam, karizmatik olduğu doğru, ama sizce Rodi’yi ve deterjan reklâmlarını kıskandıracak bir beyazlığa sahip bu İstanbul martısının neresi pasaklı? Sonra, İstanbul’un bir yakasına sırtımızı döndük diye bu güzel şehre küsmüş mü oluyoruz hemen. Doğrusuna bakarsanız arka planda İstanbul ve kırmızı bot olmasa bende aynı etkiyi yapmazdı bu fotoğraf. Serdal bey kontesi bu pozu vermesi için nasıl ikna etti bilmiyorum ama sürekli İstanbul semalarında uçarken görüntülenen martının böyle durup poz vermesi bu kuşu yakından görebilmemize vesile olmuştur.

İstanbullularca özlenen soğukların hâkim olduğu bir hafta sonunu bitirmekle geçen şu anlarda umarım Kontes ve İstanbul size güzel şeyler hatırlatır. Dün kendi adıma büyük bir yanılsama yaşadım. Havaya hâkim olan soğuğu iliklerimde hissetmenin verdiği bir canlılıkla Kadıköy sokaklarında yürürken şaşırtıcı bir iriliğe sahip olan kar tanelerinin etrafımızda uçuştuğunu gördüm. Böyle devam ederse birkaç saat sonra ortalığın kardan bembeyaz olacağını arkadaşa söylememle birlikte durumu kavrayan zeki arkadaş ‘onlar kar tanesi değil, iyi havalara aldanıp açan çiçek parçaları’ deyince içimi tarifsiz bir huzursuzluk kapladı. Yanılsamaya uğrayan tek varlığın ben olmadığını biliyordum. Eve gelir gelmez bahçemdeki ağaca bakıp hala çiçeklerle süslü olduğunu görünce içim geçicide olsa rahatladı. Sonbaharda taşındığım bu pembe apartmanın pembe çiçekli ağacının ne ağacı olduğunu daha bilmiyorum ama vereceği meyveleri görmek ve tatmak istiyorum.



1 Mart gününde, küresel ısınmayı protesto eylemlerinin yapılacağı bir haftaya başlarken gezegenimize sağlık diyorum.


E K L E R:

HOŞGELDİN ZEYNEP ŞAHİN!

WHERE İS ZİBİRİX?

ANONYMOUS adlı sevgili okurum, o pembe çicekli ağacın nar olmadığını çok iyi biliyorum, çünkü büyüdüğüm evin bahçesinde nar ağacımız vardı, ve özene bezene yaratılmış iki renkli çiçekleriyle açardı her bahar. Genede tahminin için teşekkürler ve tahmine devam diyorum.

22 Şubat 2007 Perşembe

Güzel türkçemizi seviyorum..

Bugün öğrendiğim aşağıdaki şu dizeler beni çok eğlendirdi ve bir o kadar da dilimizin kökenleri hakkında düşündürdü:

Bab'i ali kapısından
Mürur edip çıkar iken
Bir süvari atlıya
Tesadüfen rast geldim

Anlamını bilen beri gelsin diyorum:))

Ek:25 Şubat. Beri gelen herkese ve anlamını bize en doğru şekilde özetleyen Oriye burdan binbir teşekkür.

21 Şubat 2007 Çarşamba

Gökyüzünde yalnız gezen yıldız...Venüs..

Dün akşam 6.10 vapuru ile Karaköy'e geçerken, vapura bindiğimde hafif kararmış hava karşı kıyıya yaklaştığımda iyice kararmıştı. Yalnız gökyüzünde o her zaman görmeye alıştığım bir avuç yıldız yerine tek bir yıldız vardı. Birde yıldıza eşlik eden hilal safhasındaki ay. Bana Türkiye bayrağını hatırlattı bu kompozisyon ama biraz değişikti. Sanki ay yıldıza küsmüş, ona sırtını dönmüştü.

Doğanın hareketlerinin insanların duygularıyla açıklanamıyacağını bende biliyorum ama öyle göründü gözüme işte. Bu iki parlak objenin oluşturduğu kompozisyona hayran kalıp sizin için resimledim. Ne yazıkki resim bu ikilinin oluşturduğu ihtişamı veremiyor. En üstteki beyaz nokta ay, ortalara doğru olan ufacık noktada yıldız. Benim size tavsiyem, o saatlerde işinizden gücünüzden başınızı kaldırıp gökyüzüne bakıp kendi gözlerinizle görmeniz onları. Yıldızın bu kadar parlak olması gezegen olabileceğini bile düşündürdü. Vapurdan indiğimde bu ikiliden ayrıldım diye üzülüyordum ki, bir baktım bu sefer onlar benim tünele doğru koşturmamı izliyor. Beyoğlu'na vardığımda ise oranın ışıklarından bu ikiliye bakmak aklıma bile gelmedi ama onlar hala beni gözlüyor olabilirlerdi.

Ek: İnternette yaptığım bir araştırma sonucunda şüphelerim doğrulandı, bahsettiğim yıldız değil bir gezengenmiş, hemde Venüs gezegeni, kadınların geldiği yer diye iddia edilen gezegen. Ekşi sözlüğe göre güneşe en yakin ikinci gezegen ve gökyüzünde güneş ve aydan sonra en parlak üçüncü cisim. Bir iç gezegen olmasından dolayı güneşin doğuşu ve batışından önce ve sonra gözlenebilir, gecenin geç saatlerinde görülmezmezmiş, bu yüzden de sabah ya da akşam yıldızı diyede anılırmış.

Sevil'ciğim sana yanlış şarkıyı hatırlatmışım, seher yıldızını hatırlatmalıymışım.

Sevgili yazarlarım çiçekleri yemeyelim!!

Arkadaşlar, ne kuşu buraya koyarken nede Rodi'li Maceralarımı yazarken tartışmaların bu noktaya geleceğini düşünmüştüm. Bu sayfalardaki her şeyin en başta sizi eğlendirmesini istiyorum. Bu diyara geldiğinizde istiyorum ki arının biraz dışarının derdi tasasından ve gülümseyin; ilginizi çeken, sizi düşündüren, tatlı tatlı kaşındıran ve yaratıcı yönünüzü harekete geçiren bir şeyler olsun. Eğer bu oluyorsa bunu beraber yapıyoruz ve her yazı yorumlarınız ile zenginlesiyor. Bunun içinde burdan hepinize çoklusundan teşekkürler.

Yalnız gördüğünüz gibi son yorumlarla bir şeyler yayından çıktı. Lütfen yorumlarımızı yaparken birbirimize karşı duyarlı olalım. Tartışalım, değişik görüşleri savunalım ama bunu yaparken yapıcılığı ve saygıyı bir kenara bırakmıyalım.

Bu arada Zibirix, yalnızlık paylaşılmazla Özdemir Asaf'ı hatırlattı bizlere. Belki arasıra burdan bazı dizelerini tekrarlamak güzel olur diye düşünen ben, başlık için bir dize arakladığım yetmiyormuş gibi, yazımıda aşağıdakilerle noktalıyorum.

Bir kelimeye
Bin anlam yüklediğim zaman
Sana sesleneceğim..

Ek 1: Haftanın resmi ile ilgili olarak, en çok Harry Potter'daki baykuştan bahsedersiniz diye düşünmüştüm ama hiç bahseden olmamış:))

19 Şubat 2007 Pazartesi

Haftanın fotoğrafının düşündürdükleri..


Bu hafta size bir baykuş seçtim. Dünya edebiyatındaki yerini çoktan almış bilgeliğiyle ünlenmiş bir hayvan bu. Sanki elini kaldırıp fotoğrafçıya birşeyler söylemeye çalışıyor gibime geldi. Biz insanlar, hayvanların hareketlerini insanca manalar vererek yorumlamaya bayılıyoruz işte. Belkide kuşumuz kaşınmak için kaldırmıştır elini. Kimilerinizin şimdiden o eli değil ayağı dediğini, kuşlarda el yerine kanat olur falan dediğini duyar gibi oluyorum. Ben de kuşun size düşündürdüklerini merak ediyorum biliyormusunuz?:)) Neyse hepinize güzel bir hafta diyorum burdan.

16 Şubat 2007 Cuma

Rodi'li Maceralarım - Bölüm 1

Kendimi bir 14 Şubat akşamında Moda sahilinde Rodi diye bir kazla yürürken nasıl bulduğumun öyküsüdür.


14 Şubat aksamı Kadıköy Pazarın havasına Sevgiler gününün ticari boyutuna dair ne varsa hâkim. Hava ılık ve bundan yararlanan gül satıcıları tüm köşeleri tutmuş, şeffaf ambalajlara yerleştikleri ve artık 14 Şubat'ın simgesi haline gelmiş kırmızı gülleri son anda satabilmenin telaşı ile bağrışıp duruyorlar. Ortalık el ele dolaşan çiftlerin istilasına uğramış. Kızların ellerinde güller, oğlanların yüzlerinde gülücükler, herkes bir yerlere gidiyor. Lokantalar Şubat ortası olmasına rağmen dışarıya attıkları masalardaki müşterilerine sanki en iyi servisi vermek için yarışa girmiş gibi muammalı bir enerjiyle çalışıyorlar. Müşterilerde gayet memnun ve mesut bir tablo çiziyorlar.


Her ne kadar böyle bir günü ticari bulsak da, her ne kadar kutlamasak ta, her ne kadar kafamız can sıkıcı şeylerle dolu olsa da, pazara hâkim 14 Şubat enerjisinden etkilenmemek mümkün değil. Akşamın bu saatinde amaçsız bir şekilde kendimi pazara atmama neden olan olayı ise unutturmaya yetmiyor bu enerji.


Tezgâhlardaki çıplak ampullerle aydınlanan dar ve kalabalık sokaklardan bin bir renkli meyve, sebze ve balıkların arasından geçerken bir tanıdık gölge görüyorum. Rodi yan sokaktan gelip, önümde ki yoldan yürümeye başlıyor, kalabalığın arasından bembeyaz tüylerini ve adımlarını seçiyorum. O her zaman ki mutlu kaz adımlarıyla değil de, batsın bu dünya adımlarıyla yürüyor gibi. Meraklanıyorum ve onu yakın takibe alıyorum.


Yürürken kendisine sunulan yiyeceklerin hiçbirine hatta o çok sevdiği kırmızıbibere bile bakmaması beni meraklandırıyor. Bu saatlerde Nimet Beyle yürüyüşe çıkıp pazarcıların değişik hediyelerini mideye indiriyor olması gereken Rodi, bu akşam niye yalnız. Farz edelim Nimet Bey lokantasında sevgilileri doyuruyor, Rodi’de tek başına takılıyor, fakat neden bu kadar hüzünlü görünüyor. Böyle bir akşamda yapacak daha iyi bir şeyimin olmaması, Nimet bey tarafından ihmal edilen Rodi'ye sahip çıkmam gerektiğini söylüyor bana.


Böylelikle takip başlıyor. Eski Alkım'ın bulunduğu sokağa inen Rodi, ona seslenen tanıdık ya da tanıdık olmayan kişilere aldırmaksızın Mühürdar sahiline doğru yürümeye başlıyor. Ünlü bir kaz olarak sokaklar da yürümenin zorluğuna şahit oluyorum bu yürüyüşte. Deniz kenarına geldiğinde, banklardan birinin üzerine yığılıyor. Dönüp bakmıyor bile yanına oturan bana. Bir süre sessiz kaldıktan sonra ona selam veriyorum. Nede olsa daha önceden tanışıklığımız, Nimet Beyle resimlerini çekmişliğim var. Yavaşça dönüp yüzüme baktığında, ay ışığında pırıldayan, o mavi kaz gözlerinden akan yaşları görünce, bu günlerdir ilgimi çeken hayvanı neyin bu kadar üzdüğünü daha da merak ediyorum. Ona yardım etmek, bu benim gibi İstanbul’u sonradan mesken edinmiş kazın dünyasını güllük gülistanlık yapmak için içimde güçlü bir istek yükseliyor.


Bana konuşmak istemediğini buraya da yalnız kalmak istediği için geldiğini söylüyor. Bende bunu tahmin ettiğimi ama kaz bile olsa kişilerin böyle bir günde yalnız, hem de muslukları açmış bir vaziyette olmaması gerektiğini söylüyorum. Beni hatırladığını, o yüzden de yanında oturabileceğimi, ama yalnız kalma isteğine saygı göstermemi rica ediyor benden. Bende peki deyip susuyorum.


Oturmaya devam ediyoruz. Uzaklara boğazın daha uzaklarına bakıyorum. Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camisi, Ayasofya ışıklar içinde parlıyor karşı kıyıda. Elimi uzatsam dokunacakmışım gibi. İstanbul’a damgasını vuran bu muhteşem binalara bakıp, yüzyıllardır orada olduklarını düşünmek bana müthiş bir huzur veriyor. Bu büyülü şehre ait olduğumu hissediyorum. Bu duyguyu ne kadar çok sevdiğimi, bu duyguyu tatmak için nasıl yıllarca beklediğimi, şimdi bulmuşken kaybetmek istemediğimi düşünüp gülümsüyorum ay ışığına. Bunları düşünürken Rodi’yi unutuveriyorum.


Bir saat kadar öyle oturduğumuzu zannediyorum. Tabiî ki üşüyorum ve birazda hapşırıyorum. Şu yukarda ki poşet çay bahçelerinde mi oturuyor olsaydık diyorum. Üşüdüğümü fark eden Rodi, hadi kalk biraz yürüyelim diyor. Benimle konuşmak istiyor sanırım ve bunu yürüyerek yapması daha kolay olacak. Hiç itiraz etmeden kalkıyorum. Ay ışığında, kazla yürüyen ben komik bir manzara oluşturduğumuzdan emin, uzun yıllar sürecek güzel bir arkadaşlığa başladığımı hissetmenin verdiği bahtiyarlıkla, Rodi'nin adımlarına uymaya çalışarak Moda sahillerine doğru yürümeye başlıyorum.

Devam edecek

14 Şubat 2007 Çarşamba

Sevgililer Günü II


Geçen yazımda bahsettiğim Valentine’in gardiyanın kızına gönderdiği aşk mektuplarıyla ilgili günümüze gelen bir kanıt yok. Sevgililer gününde gönderilen sevgi kartlarının başlangıcı olabilecek ilk kanıt 15. yüzyıldan geliyor. Londra zindanlarında hapis yatan genç bir Fransız, Orleans Dükü Charles buradaki günlerini karısına aşk mektupları yazarak geçiriyor. 17. yüzyıla gelindiğinde ise İngiltere’de sevgililer gününde sevilen kişiye mektup yada kart gönderme olayı yaygınlaşıyor. Bu kartlar genelde el yapımı oluyor, şiirler ve fiyonklarla süsleniyor.

İngiltere'de 1800'lü yıllarda bu kartlar ticari olarak üretilmeye başlıyor. Amerika ise bu kartları İngiltere'den ithal ediyor taa ki Esther Howland adında uyanık bir Amerikan kızı bu kartları 1852 yılında Amerika’da üretmeye başlayıncaya kadar. Bir önceki yazıma yapılan yorumlarda haklı olarak 14 Şubatın ticari boyutuna dikkat çekmişsiniz. İşte ticari boyutunun kökleri burdan geliyor.

14 Şubatta sevgiyi kartla ifade etmek o kadar yaygın ki bu kartlar arkadaşlara, meslektaşlara, çocuklara ve ebeveynlere bile veriliyor. Noel kartlarından sonra dünyada en çok kart gönderilen kutlamadan bahsediyoruz burada. Ticari boyuttan biraz daha bahsetmeden önce İngiltere’de Love adındaki bir kasabadan postalanan 14 Şubat kartlarından bahsetmeliyim. Sırf zarfın üzerinde ‘Love’ damgası olsun diye, en az 2000 İngiliz kartlarının Love postanesinden postalanmasını ayarlıyor. Buda bu kutlamaların boyutu hakkında birazda olsa bilgi verir diye düşünüyorum.

Bu arada bu kartların bir çeşidi varki oda imzasız olanları. Birinden hoşlanıyor fakat ifade etmeye mi çekiniyorsunuz; korkmayın yılda bir kere gelen 14 Şubat günü var. Dükkana gidip bir kart alacaksınız, sevginiz hakkında birşeyler yazıp bu kartı sevdiğinize göndereceksiniz, ama isminizi yazmıyacaksınız, çünkü oyunun kuralı kartı alan kişinin sizi tahmin etmesi. Tabi tahmin edilen siz olmazsanız, aşkınızı kartla ifade etmek için 1 yıl daha bekleyebilirsiniz.

Zamanında sadece kart gönderilirken, artık günümüzde kartın yanına çikolata, şeker, parfüm, mücevherat ve benzerleri eklenmiş. Dikkat ettiğiniz gibi buraya kadar olan tarihçe ve gelenekler bu topraklardan değil. 86’da Londra’ya gittiğimde böyle bir kutlama yoktu bizde, sonradan gördüm ki hayatımızın parçası oluvermiş. Böyle diyorum, çünkü neredeyse 2 haftadır gerek basın, gerek yayın, gerekse mağazalar tarafından reklam bombardımanına tutulduğumu hissediyorum. 7 Şubat'taki Avrupa Yakasının teması bile 14 Şubat’tı.

Bugün hakkında çevremdekiler 3 bölüme ayrılmış durumda. 14 Şubatı kutlayanlar, kutlamayanlar ve kutlayamayanlar diye. Kutlayamayanlar yani bugünü eşsiz ve sevgilisiz geçirecek olanlar 14 Şubatın kendilerine işkence olsun diye icat edildiğine inanıyor. Hatta takvimlerden 14 Şubat kalksın diye kampanyaların planlandığı kulağıma gelenlerden!

Birde 14 Şubatta doğanlar var, onlara nice nice yıllar diyoruz buradan. Son olarak ta, 2 yıl önce 14 Şubatta yaptığımız Banu'nun kına gecesini unutmadık diyoruz; Fred'le bir yastıkta kocasınlar:)

İşte yazacaklarım bu kadar. Kutlayanlarınız için güzel ve anlamlı bir gün olması dileğimle.

9 Şubat 2007 Cuma

Sevgililer Günü için geri sayım başladı.. 1

Sevgililer gününün arifesinde böyle bir günün anlam ve önemini belirten kısa bir yazı yazmaktı niyetim. Belleğimdeki bilgilere araştırma sonuçlarını eklemek isteyince konu dallanıp budaklanıverdi. Bende çareyi yazı dizisi şeklinde sunmakta buldum. Dizinin bu ilk yazısında Sevgililer gününün geçmişine kısa bir yolculuk yapalım diyorum.


Böyle bir günün nerden geldiğine dair kesin bilgiler olmamasına rağmen birçok kaynak köklerinin ta eski Roma’da olduğunu belirtiyor. Efsaneye göre eski Roma’da kadınlık ve evlilik tanrıçası olan Juno’ya saygıyı göstermek için 14 Şubat tatil günü olarak kutlanırmış. 15 Şubattan itibaren de Lupercalia bayramı başlarmış. Bayram sırasında, her köyde, köyün bekâr gençlerinin isimleri bir kutuya koyulur ve bayramın ilk günü yapılan çekilişte buradaki isimler çiftleştirilir, isim sahipleri de bayram süresince birbirlerini tanıma şansı bulur ve bu beraberlikler genellikle evlilikle sonuçlanırmış.


3. yüzyılda, Roma’da zalim bir imparator, 2. Cladius yaşarmış. Bu zalim kişi bekâr erkeklerden daha iyi asker olduğuna inandığı için genç erkeklerin evlenmelerini yasaklayıvermiş. O devirde yaşayan Valentine isimli bir papazda çiftleri gizli olarak evlendirmeye devam etmiş ama bunu öğrenen imparator önce papazı hapsetmiş sonra da öldürtmüş. Söylentiye göre, papazımız hapisteyken gardiyanın kızına aşık olur ve ona gönderdiği aşk mektubu da daha sonraki yazımda bahsedeceğim sevgililer gününde sevilen kişiye gönderilen kartlarının ilham kaynağı olarak değerlendirilir.


5. yüzyıla kadar bu gelenekte fazla bir değişme olmamış; ta ki Hıristiyanlar bu bayramı putperestlere mal etmeme kararı verene kadar. Buna da çözüm, 496 yılında Papa’dan gelmiş. Papa, 14 Şubatı Sevgililer günü, Valentine’de sevgilerin koruyucu azizi ilan etmiş. Her ne kadar daha sonra Papa 7. Paul 1969 yılında bu günü Hıristiyanlık takviminden çıkarmışsa da, 14 Şubatın sevgililer günü olarak kutlanmasını ve bunun dünyaya sarmasını engelleyememiş.


Bir sonraki yazıda Sevgililer günü ile ilgili gelenekler ve sembollere yapacağız yolculuğumuzu. O zamana kadar da sevgiyle kalın diyorum.

Banuların mahallesine kar yağmış....

Geçen Cuma İstanbul kara bayağı bir yaklaşmış hatta bir ara kesin yağacak diye düşünmüş, tüm hazırlıkları yapmıştık ama bir türlü yağdıramamıştık. Ama Avrupa böyle değilki canım, adamlar istedikleri zaman yağdırabiliyorlar. Yağdırdıkları yetmezmiş gibi hemen resimler çekiliyor ve tüm dünyaya dağıtılıyor.


6 Şubat 2007 Salı

Moda çay bardağında..

Moda sahillerinde uzun uzun yürümiyeli nerede ise bir ayı geçmiş. Cumartesi günü Moda'daki dişci cefam bitince, hadi bir sahil yapalım deyip yürüdük bizde. O kadar yürüyüşten sonra bir de çay bahçesi sefası yapıp Istanbul'u Moda sahillerinden seyredelim dedik veee şu altta resmi görülen icat sayesinde de bu keyfi hiç üşümeden yapmayı başardık.

Walla bilemiyorum kim, ne zaman geliştirmiş bu fikri, ama yurdum insanı ürünü olduğu kesin. Bu sera gibi şeyler güçlü naylondan yapılmiş ve iki kişilik yada aile formatında geliyorlar. İçine girildiğinde üstte bir ısıtıcı var (gayet ilkel ve gayet her an bozulmaya hazır
), onu açıyorsun, kırmızı çizgili bardaklarda gelen çay eşliğinde Şubat ortasında çay bahçesi tadını çıkarıyorsun. Tek dezavantaj (yada avantaj!), bu kafes adını verdiğim icadın içinde sigara içilmiyor; yanınızdaki kişinin sigarası gelince sigara molası için dışarı çıkmak zorunda kalıyorsun. Ben mi? Hala içmiyorum:))

Mihri Hatun'un Divanı ihmal mi ediliyor?

Bu sabah Didem adlı okurumun "Moda çay bardağında" başlıklı yazımdaki yorumunu okuyana kadar ismini bile duymadığım bir şairimiz; Mihri Hatun. Didem dağ gibi bir divanı olan bu şairimizin ihmal edildiğini düşünüyor. Bu konuda kendi araştırmalarım olacak ama biraz sonra işe gideceğim ve bugün vaktim olmıyacak. Dedim benim sevgili okurlarım var, onlardan alalım görüşlerini. Evet ne diyorsunuz?

5 Şubat 2007 Pazartesi

Fred, İstanbul senden gurur duyuyor....

Artık Banu'yu buradaki yazılarından tanımayanız yoktur herhalde. Bugünlerde çok bir mutlu; çünkü Fred yeni diet kola reklamındaki saksafonu çalan müzisyen olmuş. O saksafonu önce bu sayfalarda gördünüz; unutmayın:))) Yalnız Banu kola içmediklerini ve sevmediklerini ayrıca belirtmis bana attığı mailde. Fred'i dinlemek isterseniz bu sayfaya gittikten sonra http://www.visit4info.com/details.cfm?adid=42061 alt solda Broadband version yada narrowband version'lardan birini tıklayın ve Etta James'in Fred'in bariton saksafonundan nasılda güzel söylediğini dinleyin.

4 Şubat 2007 Pazar

Başlık yarışması... SEVO ILK OSKARINI ALDI!

Cemre’ye diyorum ben şimdi birinciyi nasıl seçeceğim diye, kız sakin bir şekilde, gayet kolay ‘beni seç’ diyor. Bu yarışmayı açarken bir güzel keyifleniriz diye düşünmüştüm. Hepimiz resme bakar, bize çağrıştığı şeyleri düşünür, kafamıza başlıkların birisi gelir birisi gider. Katılan katılır katılmayan da bu keyfi tatmakla kalır demiştim. Sanki öyle de oldu. Birde şu seçim bana kalmasaydı.

Anlatacağım zorlanıyorum seçim yapmada ve unutmanızı umdum bu olayı ama birkaç günden beri sonuç ne diye beni sıkıştırmanız bunu imkân dışı yaptı. Sonunda ben bilgisayarın karşısında oturmuş kara kara düşünürken evime gelen geleceğimizin iki başarılı müzisyeni olacaklarına inandığım iki arkadaştan jüri olmalarını istedim ve böyle bir şeyin kendilerine sorulmuş olmasının şaşkınlığını üzelerinden atamadan kabul ettiler. Bence böyle olması seçim olayına objektiflik kattı.

Bu müzisyen arkadaşların, Şeb-i Yelda yani En Uzun Gece, yani resimdeki Osmanlıca yazı üzerinde oybirliği ile karar vermeleri ise uzun sürmedi. Yani Oscar Ankara’dan son anda çalım yapıp yarışmaya katılan Sevo’ya gidiyor. Tebrik ederiz Sevo, başarılarının devamını yapacağın filmlerde dileriz buradan.

Bazı başlıklar eski ‘İstanbul Hatırları’nı çağrıştırdı bize Avrupa Yakası ile güncellenip gelseler bile, bazıları fotoğrafın göremediklerini anlattı bize, bazıları bunun küçük bir masalın sonu olduğunu söylerken bazıları geleceği gösteren foto olarak gördü bu Cevat Dereli resmini. Flaş bakın çekiyorum ile gelen açıklama ise bizi alıp fotoğraf çekinmenin büyük bir olay olduğu günlere götürdü, tıkanmış saatlerin sona erebileceğini müjdeledi sanki. Adaşımda resimdeki fiskosu kaçırmamış; ama sanki 1. olamayacağını düşünüp 2. ve 3.lük için ödülleri sormuş. İkinci ve üçüncü olayına girmiyorum bence hepimiz kazandık. Jüri 1 tane seçmek zorundaydı ve görevini yaptı, günahı da sevabı da onların. Sen 15.de gel İstanbul’a ben sana özel bir ödül veririm merak etme.

Oskar ödülümüz ’80 Günde Devri Alem postada Sevo’cum. Umarım kitabın kahramanlarını Türkçeye uyarlar bize güzel bir filmini yaparsın.Bu arada diğer katılımcılarımın burada açıklayamayacağım kendilerinin ise çok sevecekleri küçük küçük hediyeleri olacak, beklesinler, görsünler ve aldıklarında sevinsinler.

n söz. Bir daha yarışma yok.

1 Şubat 2006 - İlk yarışmama gösterdiğiniz ilgi için herbirinize tüm içtenliğimle teşekkür ediyorum, çünkü katılımınız bunu çok keyifli yaptı. Şimdi ise Sem'in Seçim zamanı, biraz bekleteceğim sizleri....

  1. Avrupa yakası hatırası
  2. Tıkanmış saatler
  3. Goncagül diken
  4. Flu/şafak
  5. Geleceği gösteren fotoğraf
  6. FLAŞ BAKIN ÇEKİYORUM!..
  7. Zamansız fiskos
  8. Teşekkür ederim Banu...
  9. Mavili hatun şöyle der -Bu resmin baslığı için yarışma açılacakmış biliyor musunuz?
  10. Ben Başlık yarışmasına da Başlık parasına da karşıyım.
  11. Ben Kötü Kedi Şerafettin'i ararken düştüm bu resme, bir ressam gelsin kurtarsın beni ne olur
  12. BAŞLIKSIZ
  13. ŞEB-İ YELDA
  14. FAHRİYE ABLANIN DÜĞÜNÜ
  15. Fotoğrafta Görünmeyenler
  16. Bir küçük masalın sonu

Not: Yarışmayı açtığımda elimde sadece aşağıdaki resmi bulunan ve hakkında başka hiçbir bilgim olmayan ressamımız Cevat Dereli hakkında bir sürü şey öğrenmeme neden oldu bu yarışma. Şeref Akdik, Muhittin Sebati, Mahmut Cuda ve Refik Epikman ile birlikte Paris'e gönderilen ilk Cumhuriyet ressamlarından biri imiş kendisi. Bursla gönderildikleri bu şehirde, yeni resmi öğrenirken ordaki yaşamı, insanları, ilişkilerini ve kimbilir daha neleri öğrenmişler. Sanat tarihçisi Kıymet Giray bunların bazılarını kaleme almış. Mesela Cevat Dereli sürekli alışveriş yaptığı manavın ona hediye ettiği cüzdandan dolayı cok duygulanmış. Manavın ise cüzdanı verme nedeni Fransız parasının ikiye katlanıp hırpalanmasını önlemek imiş. Zannetmem hala yaşıyordur bu manavcık bizimde Avrupa Birliğine girip girmemeyi tartıştığımız şu günlerde. Ama yaşasaydı ve Fransız parasının tarihe karıştığını görseydi ne düşünürdü bilemiyorum... Bu arada resim Istanbul Modern'de sergileniyor; sadece bu resim için değil, muhteşem boğaz manzarası ve çağdaş ressamlarımızdan güzel bir kolleksiyon olduğu için görülmeye değer. Tabii ziyaret sırasında göze batan olmaması gereken şeyler olmuştur-ki bunları vaktim olursa birgün burdan yazarım genede görmeye değer.