24 Nisan 2007 Salı

Bana bir varmış, bir yokmuş deme. İçime dokunuyor. (C. Yücel)

Şubattan beri yaza yaza İstanbul’a resmen baharı getirttim. Ağaçlar, çiçekler birbirinin ardı sıra, rengaheng açıyorlar. Güzel şehrimiz renkten renge giriyor. Bu renk cümbüşüne en son katılanlar da Erguvanlar.

Evet, İstanbul'da Erguvan vakti şimdi. Boğazın her iki yakasında mavi ve yeşile o kendilerine has renkli çiçekleriyle eklenen Erguvanların birde efsanesi var. Aslında renkleri beyazmış, ta ki İsa’ya ihanet eden Yahuda kendini bu ağaca asıp intihar edene kadar. Efsane bu ya, utancından dalları bükülüp yüzü kızarmış Erguvanın.

Erguvanların keyfine varmak için fazla vaktiniz yok. Birkaç hafta içinde bir varmış bir yokmuş olacaklar. Onun için bugünü yarına bırakmayın. Atın kendinizi dışarıya, en iyisi de boğaza. Eğer İstanbul'da oturmuyorsanız üzülmeyin. Erguvan bahara hoş geldin demek için renkli bir bahane olsun. Siz de baharın mucizesini çevrenizdeki çiçeklerle kutlayın.

Boğaziçi de bu bahar
Mavi sakalına erguvanlar takmış
Sarhoş bir İskele Babası kadar
Hem delikanlı
Hem deliler gibi ihtiyar (C. Yücel)

20 Nisan 2007 Cuma

Fener maçında göz kalemimi Polis kadına nasıl kaptırdığımın hikayesidir

Aklımda maça gitmek gibi bir düşünce yoktu ama sürpriz olarak alınan biletle üç kafadar Fenerbahçe-Vestel Manisa Spor maçına gittik.

Londra dönüşüm de buralara ait olma çabası ile kendime bir takım seçeyim dediğimde, kuzenim Kadıköy’de oturuyorsun Fener’i seçersen 10 yıl üzülmezsin deyince rengimi belirlemiştim. Gerçi çocukluk yıllarında da sempatizandım ama babam Beşiktaşlı olduğu için pek aktif olamamıştım.

Önce uygun bir kıyafet bulma telaşını yaşadım. Evdeki sarı ve lacivert ne varsa onları giyerek yendim bunu. Buluşma yerimiz olan boğa heykeline giderken yollarda ki bayram havasının etkisi ile hemen maçın havasına girmeye başlamıştım.

Maçta çekirdek yemek gelenekselmiş. İçeriye sokulması da çok kolay oldu. Bence bunun asıl nedeni tüm paketi hakemin kafasına atsan kıramazsın diye olsa gerek. Girmeden önce arkadaş çantanda kesici alet yada bozuk para olmasın diye beni uyarmıştı. İlk polis kontrolüne girdiğimizde çantamda 4 kalem, 2 çakmak, 3 döner, su ve bir sürü bozuk para vardı. İkinci polis kontrolünden de geçtiğimde ise kalemlerin 2’si, su ve çakmaklar gitmişti. Polis aslında 4 kalemime el koyacaktı ama itiraz ettiğim için ikisini kurtardım. Kalemlerin yarısına el koyan mantığı anlamakta zorlanıyorum.

Biletler numaralı ama nedense herkes istediği yere oturuyor. Bizde kalenin arkasında sağ tarafta bir yere oturuyoruz. Güzel bir yer, her yere hakim olduğumu düşünüyorum.

Stadyumların içini sadece televizyondan görmeye alışkın olan ben, burayı düşündüğümden daha az ihtişamlı ve ufak buluyorum nedense. Çimenlerin dışında her şey sarı lacivert tasarlanmış. Dışarıda ki otopark işareti bile. Stadın dört bir yanındaki kocaman yazıları okuyorum:

  • Gün gördüm günler gördüm seni gördüm şad oldum
  • Bitmedi bitmeyecek bizim aşkımız
  • Burası Kadıköy buradan çıkış yok

Bir sürü elektronik renkli reklam panolarından imajlar fışkırıyor. Arkadaşlar telefon açıp yakınlarına oturdukları yeri söylüyorlar. Doğuş Otomatif panosunun altı diye. Daha sonra dikkat ediyoruz bu panodan stadın her yerinde var ve kahkalara boğuluyoruz.

Önce Vestel'li futbolcular yuh sesleri içinde sahaya geliyorlar. Koşarak tek tek seyircilere gitmelerinin nedenini sonra anlıyorum. Meğer FB’li taraftarlara renkli kağıtlara sarılı mesir macunu atıyorlarmış. Bunu gurur meselesi yapan bir taraftarın “kendin ye” diyerek tekrar sahaya fırlatmasına gülüyorum. Sonra FB’li futbolcular da geliyorlar. Şimdilik sadece ısınma hareketleri için çıkılmış sahaya. Koşuşturup duruyorlar. Fenerli futbolcular tek tek tribünlerin önüne gelip selamlıyor bizleri. Bizde onlara İspanyollar gibi ole ole ole diyoruz.

Seyirci durup durup sloganlar atıyor, maç başlamamış olmasına rağmen büyük bir heyecan var. Atmosferden etkilenmemek mümkün değil. Böyle büyük bir organizasyonun parçası olmak sarhoş edici. Yığınların afyonu meselesini kavrayıveriyorum birden.

Maç kadar maçı seyredenler de ilgimi çekiyor ve bol bol resim çekiyorum. Ucuz tribünde olduğumuzdan olsa gerek çevremdekilerin saç kesimleri, kıyafetleri, elleri, yüzleri, konuşmaları pek de varlıklı bir kesime ait olmadıklarını söylüyor bana. Fener tutkuları ise her hallerinden belli oluyor.

Çevremdekiler bana doğru konuşuyor. Bense testosteronun bol olduğu bu ortamda sayılı hatunlardan biri olarak samimi olmaya korkuyorum. Cevapları geçiştiriyorum ama onlar yorumlarını benle paylaşmaya devam ediyor.

İstiklal marşı ve okul gezisinde kaybettiğimiz çocuklara saygı duruşundan sonra maç başlıyor. Birinci yarıda ki heyecan, golün gelmemesi ile yavaş yavaş sönüyor ve yerini hakem, Zico ve oyunculara yönelen küfürlere bırakıyor. Dikkat ediyorum benle konuşan ön ve yan tarafımdakiler küfür etmiyor. Küfürler daha çok kişisel kontak kurmadığımız arka taraftan geliyor. Bu hoşuma gidiyor.

Tuncay oyun boyunca o kadar koşuyor ki, bu çabası için ona bir gol hediye edebilmeyi çok isterdim. Ama ne o atabildi ne de ben. O çok sevdiğim Alex’e gelince maç boyunca yerinde saydığı için tüm saygımı yitiriyorum kendisine.

Bir gol atılsa şampiyonluğun nerdeyse garantileneceği bu maç golsüz bitiyor. Halbuki hep o bahsettikleri bu stada özgü gooooool sesini duymayı ne kadar da istemiştim.

Görevli siyah labrador köpeği, maçı oyunculara sırtı dönük seyreden polisler, stadın ısıtma sistemi gibi anlatacak daha çok şey var ama yazıyı fazla uzatmak istemiyorum. Yalnız bir uyarım var. Dışarı çıkmak için kalabalığın dağılmasını beklerseniz iyi edersiniz. Aksi takdirde istemediğiniz bir samimiyet havası içinde dışarı çıkmak zorunda kalırsınız.

Sonradan anlıyorum ki Polis kadının aldığı kalemlerden biri Dior Göz Kalemimmiş.

18 Nisan 2007 Çarşamba

Zibirix ve babasına

1997 yılında yüksek lisans tezimi hazırladığım dönem. Hiçbir problem yaşamadığım bilgisayarım o gün çöküyor ve tüm çalışmamı yitiriyorum. Zaten bir önceki gece babamla ilgili kötü bir rüya görmüşüm, buda eklenince tarifsiz bir sıkıntıya giriyorum. Frank hadi gel seni Highgate Parkta yürüyüşe götüreyim diyor. Sonbaharın bakır renkleri ve güneşi iyi geliyor ama sıkıntımı geçirmiyor.

Eve döndüğümde kötü haberi alıyorum. Babam felç geçirmiş, durumu kötüymüş ve hastanedeymiş.

Bizimkilerin huyunu çok iyi biliyorum. Babaannemi Şubat ayında kaybetmiştik. Benim haberim ise yazın memlekete gidince olmuştu. Onun için babamı tamamen kaybettiğimi düşünüyorum ve ağlama nöbetine giriyorum. Hayatta o ana kadar yaşadığım hiç bir şeyin beni o kadar acıtmadığını hissediyorum.

O günkü Türkiye seferlerini kaçırdığım için ancak bir sonraki güne bilet alabiliyorum. Aklımda hep babama söyleyemediklerim ve beraber yaşayamadıklarımız; keşke, keşke ve keşkeler var.

Önce İstanbul, oradan kuzenlerin de katılımıyla Samsun. O mavi pijamaları içinde yatağında gördüğüm halini unutmam mümkün değil. Beni görünce gözlerinin ışıldadığını, bana bir şeyler söylemeye çalıştığını hissediyorum ama kelimeler çıkmıyor. Çıkmasın ben anlıyorum, beni gördüğü için çok mutlu.

Bazen insanın hayatı bir günde tamamen değişir. Babamın da öyle oldu işte. Önce çoğu fiziksel işlevlerini kaybetti sonra inatçılığı sayesinde çoğunu yeniden kazandı. Aksi bir adamdı, daha bir aksi oldu. Onu büyüdüğüm evde, o her zamanki aksi haliyle düşünmek bana mutluluk veriyor.

Bunları tekrar düşünmeme neden Arkadaşım Zibirix’in babasını dün kaybetmesi oldu. Ne kadar büyük bir acı içinde olabileceğini tahmin edebiliyorum. Biz seni çok seviyoruz Zibirix ve acını paylaşıyoruz.

15 Nisan 2007 Pazar

Haftanın resimleri üzerine

Hafta sonu kardeş hala burada ve onun için yapılacak bir atraksiyon bulma adına Ümraniye'de dünyaca ünlü bir ayakkabı markasının satış mağazasına gidiyoruz.
Evleri yaparken yolları da aynı hızla yapmayı ihmal eden belediye yüzünden mağazayı bulmamız biraz zaman alıyor. Olsun, bu da bana bir kaç resim çekme şansı veriyor. Satış mağazası ise kadın ayakkabıları yönünden tam bir hayal kırıklığı oluyor. Rengaheng erkek ayakkabılarını görünce içimiz açılıyor ve sizinle paylaşmak istiyorum. Kardeş ayakkabıları gördüğümüz günün akşamı evine dönüyor. Çok da alışmıştık üzüldük.




11 Nisan 2007 Çarşamba

Kadıköy’de bir heykel

Bir süredir yazmadığımı fark ettiniz. Bende bunun farkında olmama rağmen, memleketten gelen kardeşimle ilgilenmek adına sizleri ihmal ettim. Aslında pek de ihmal olmadı çünkü resimlerle ifade ettim kendimi. Ama o kadar emek verip resmini çektiğim duvar yazısı ile ilgili yorum yapmadınız ya buna sasırdım işte. Umarım en azından bunun nedeni hakkında bir açıklamanız vardır.

Size Rodi ile ilgili bir haberim var. Bir kaç haftadır Kadıköy çarsıda gördüğüm ve bir anlam veremediğim taşların heykel altı taşları olduğunu keşfetmiş bulunmaktayım. Meğer Kadıköy Belediyesi çarşıyı canlandırma çalışmalarının bir parçası olarak bir heykel trası görevlendirmişler. Yapılan ve bu taşların üzerine konulan heykellerden biri de bizim Rodi’nin heykeli (Rodinin değil).


Kadıköy Belediyesi halkın günlük olarak kullandığı alanları sanatla canlandırmaya karar vermiş. Bölgenin geçmişi ve bugünü ile ilgili konu ve kişiler hakkında heykeller yaptırmış. Şimdilik bir timsah heykeli ile Rodi’nin ki var. Diğerlerini de merakla bekliyoruz.

Hey sevgili okurlarım, Rodi’yi hep beraber nasıl meşhur ettik görüyorsunuz değil mi?

Ek:
Genel istek üzerine timsahı araştırayım diyorum ve gene Sunay Akın çıkıyor karşıma. Sunay’cım İstanbul ile bilgilerin yararlı da bu kadar çok karşıma çıkmasan diyorum.

Sunay Strabon’un İstanbul’da timsah gördüğünü doğrulamakla kalmıyor sevgili okurum Onur’un Pınar diye bahsettiği yerin Kalamış Koyu olduğunu belirtiyor. Halbuki ben bu timsahları Kurbağalı Dere’de hayal etmiştim. Koskoca Strabon bu konuda yalan yazacak değil ya deyip bunu kabuleniyorum.

Trabzon’daki Ayasofya Kilise’nin doğuya bakan duvarında kesici bir aletle çizilen gemi resimleri varmış. Gemi mimarisinin tarihi konusunda uzman bir Amerikalı biliminsanı yaptığı çalışma sonunda, gemi resimlerinin Akdeniz uygarlıklarına ait olduğunu ve de doğru olarak çizildiğini söylemiş. Resimlerden biri de, Mısır kalyonu imiş. Aman sakın Mısır kalyonuyla da ilgili yaz demeyin Levent Kalyonu ile kalyoncu günlerimi noktaladım ben.

Mısırlı denizcilerin tarihi incelendiğinde uğradıkları her kıyıya kutsal saydıkları timsah yumurtalarını bıraktıkları görülürmüş. Strabon’un gördüğü timsahlarda, o yumurtalardan çıkan timsahlarmış. Trabzon limanına giden bir Mısır kalyonunun İstanbul’dan geçerken, Kalamış’ta bir tatlı huzur almadan geçemiyeceği düşünülürse efsane doğrulanmış oluyor. Huzurdan sonra yumurtaları koya salıp, bekle bizi Trabzon yapmışlar işte.

Zibirix dün akşam Bronz Rodi'nin tepesinde midye dolmacının oturduğunu görmüş, neredeyse adama kışt, ne oturuyorsun Sem'in Rodi'sinin üzerinde diyecekmiş. Sağol bu duyarlılığın için ama sanat ve hayatın içice olması hoşuma gitti. Bu yazıyı okuyacak Ori'nin tepkisini ise şimdiden merak ediyorum. Timsah yumurtası hikayesi yazar mı dersiniz?

Başka sorusu olan yoktur umarım.

Not: Banu'nun resmini kaldırmak zorunda kaldığım için çok üzgünüm, çok alışmıştım, yakışıvermişti o köşeye.

1 Nisan 2007 Pazar

Pulsuz bir zarf gibisin, üstünde adresi..

..evde kaldın, n'aber Kız Kulesi... (Sunay Akın)

Cumartesi günü Mavi Gözlü Dev filmini görmeye niyetleniyorum ama evdekiler biz gördük hiç iyi değildi deyince Mutluluk filmini göreyim diyorum. Benim gibi bir sürü insan da aynı kararı vermiş olacak ki onu da göremeden, elimde Dondurmam Kaymak filmiyle eve dönüyorum. Daha önce görmüş olmama rağmen, kaçırdığım ayrıntıları yakalamanın zevkiyle izliyorum bu tatlı filmi.

Pazar günü Salacak sahiline çay içmeye gidiyorum. O an bunun mavi gözlü devle olan bağlantısının farkında bile değilim. Sahilde tam 1 Nisan havası var, biraz güneşli, biraz rüzgarlı, biraz kalabalık.

Boğazın hakimi martılar, deniz kenarında ki ördekler, kazlar, tavuk ve horozlar, kediler yürürken sık sık durmama neden oluyorlar. Kız Kulesi'ne yaklaştıkça insan kalabalığının arttığını görüyorum. Bu sahil acayip bir şekilde halkımızın istilasına uğramış. Sevgilisini, şunu nu bununu alan buraya gelmiş. En çokta başı bağlı sevgililerini öpmeye çalışan delikanlılar dikkatimi çekiyor. Bu iş için neden herkesin gelip geçtiği bir mekan seçilmiştir anlamakta güçlük çekiyorum.

Ertha Kitt’in dünyaya meşhur ettiği şarkıdaki katibi, onun sediresini, çamur olan eteğini düşünüyorum, hatta mırıldanıyorum. Kız kulesinin efsaneleri geliyor aklıma.

İster istemez öğrencilik yıllarımın Salacağına gidiyor aklım. Sahil daha trafiğe açılmamış. Kahvesine geldiğimde gördüğüm arkadaşlar, çay, sohbet, sigara üçlüsüyle geçen zamanları düşünüyorum. Kahvenin yerinde simdi çimenler var, tanıdık yüzler kaybolmuş.

Sonra Londra’dan tatile gelişlerimi hatırlıyorum. Deniz kenarındaki büyük kayaların üzerinde oturup bira içip, şarkı söylüyoruz. Herhalde bunu geç saatlere kadar devam ettiriyoruz ve birileri bizi şikayet ediyor ki, Polis gelip kimlik soruyor. Kimlikle dolaşılması gerektiğini unutan ben zor dakikalar geçiriyorum. Neyse ki bir yolu bulunuyor da karakolu ziyaret etmiyorum.

Daha sonra Londra’ya dönmeden önceki birkaç saatimi geçirdiğim mekan oluyor Salacak. Çayımı yudumlayıp eski İstanbul’u seyrederken arkadaşım Emel’e, yaw gitmesem ne olacak diyorum. Bileti yırtsam ve sonsuza kadar bu sahilde otursam. Tabi bileti yırtamıyorum, tüm manzarayı güzellikleri içime gömüp havaalanının yolunu tutuyorum.

Artık beni Salacak’tan ayıracak havaalanı yok. İstediğim an buraya gelebilmenin özgürlüğü beni buraya daha az getiriyor galiba. Sonra ana dönüyorum, kulesinin tam karşısında denize iple atılan bir sürü rengarenk balonları görüyorum. Tüfeklere nişan tahtası oluyor bu balonlar, 12 vuruş 2,5 YTL. Nişan olmanın dışında denizi renklendirmeleri hoşuma gidiyor.

Duyduğuma göre Kız Kulesi 50 yıllığına Hamoğlu’na kiralanmış. Ortaköy ve Salacak’tan düzenlenen motor seferleriyle kucaklarını ziyaretçi akınlarına açmak zorunda kalmış kızımız. Bu kuleyi hep bir sahilden görmeye alışkın bana ters geliyor bu sefere katılmak. Herhalde bu kadar ticarileşmesi, bir ürün haline gelmesi hoşuma gitmiyor. Bu turlar efsanelerin kızının büyüsünü bozuyor sanki.

Günümü anlattığım da, arkadaşım Nazım Hikmet'in büyükbabasının hikayesini anlatıyor. 1827 yılında Almanya’da doğan Karl Detroit miço olarak çalıştığı gemi ile İstanbul’a geliyor 12 yaşında. Gemi İstanbul’a geldiğinde denize atlayıp Kız Kule’sine sığınıyor. Daha sonra Harbiye’de okutulan bu çocuk Mehmet Ali Paşa olup 1878 yılında imzalanan Berlin antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olur. Sonu linçe giden uzun bir hikayesi var. Ama benim bugün öğrendiğim bu kişinin Nazım Hikmet’in dedesi olması.

Kız Kulesi’ne sığınan dedeli bir hikaye hoşuma gidiyor.