30 Haziran 2007 Cumartesi

Olympos Korsanları

Uzun süredir tatil yapmamıştım ve tatil düşüncem de yoktu. İstanbul'da yaşamak hala tatil gibi geliyor bana. Olympos'a yolu düşen bir arkadaşın önerisi ile yollara düştük. Hiç beklentim olmadan gittiğim bu yerden şen döndüm.

Eşyalarımızı ağaç evimize bıraktıktan sonra deniz malzemelerini yüklenip yola koyulduk. Olympos bir nehrin iki kıyısına kurulmuş antik bir yer. Ortadan geçen nehrin yatağı kurumuş. Tarih, doğa ve efsanenin beraberliği bu olsa dedirten büyüleyici bir yapısı var.

Denize antik kentten üstü ağaçlarla örtülü taşlı bir yoldan yürüyerek gidiliyor. Yeşillik, kuş sesleri ve zakkumların arasında yapılan bu uzunca yürüyüş insanı yormuyor. Nehrin her iki tarafındaki binaların kalıntıları buraların bir zamanlar zengin bir uygarlığa ev sahibliği yaptığına işaret ediyor. 1. ve 3. yüzyıllarda korsanların istilasına uğrayıp onların karargahı olmuş. Korsanlar tarafından içleri boşaltılan lahit ve mezarlar dağın tepesinde. Tiyatrosu bile var ama şimdi kırmızı gelinciklerin, adlarını bile bilmediğim bir sürü kır çiçeklerinin güzelliklerini sundukları bir mekana dönüşmüş.

Yolun sonunda sağ tarafta ufak bir su kaynağı, onun sonunda da masmavi Akdeniz sizi bekliyor. Tatlı su direk denize aktığı için suyu serin, tuzu da az. Çakıl taşlarının üzerine yerleşip mavi, yeşil tepeler ve antik kalıntılarla başbaşa kalıp dünyanın tüm dertlerinden uzaklaşmak iyi geliyor insana. Suyun denize aktığı yerde balık tutuluyor. Bizde denedik ama nedense bizim oltaya takılmadılar.

Akşamları bir başka güzel. Yemekten sonra kaldığımız yerin bahçesinde yanan ateşin etrafında, çardak keyfi yapıp, viskimizi yudumlayıp, müzik dinleyip sinekleri kovalamakla başlayan akşam sahile inmekle devam ediyor. Yapay ışığın olmadığı sahil yolunda zifiri karanlıkla tanışıyorsun. İlk sahil yürüşümüzde bu tırsmama neden olduysa da bir karaltının önümüzden yürüdüğünü görmek bizi cesaretlendirdi de yolumuza devam edebildik. Bu cesaretli karaltı Avusturalya'lı bir turist çıkıyor. Telefonunun ışığıyla yolunu aydınlatarak ilerliyor. Bizde telefonlarımızı açıp ışık saçarak katıldık kendisine ve sahile ulaştık.

Geceleri sahildeki ayın ve yıldızların parlaklığı çok etkileyici. Gündüzcüler gitmiş, karaltılar ülkesine dönüşmüş. Yaktıkları ateşin etrafında çember halinde oturan kalabalık bir grubun yanından geçerken davet ediliyouz. Hiç tereddüt etmeden oturup, bin yıldır söylemediğimiz şarkıları, türküleri söyleyip biralarımızı yudumluyoruz. Korsanlar da bizim oturduğumuz taşlarda oturup romlarını içmişlerdir herhalde diye düşünmek mutluluğumu artırıyor.

Anlatacak öyle çok şey var ki. Ama sonra yazın uzun olmuş Sem diyorsunuz. Denizden dönerken bizi gözlemeleriyle besleyen teyzeyi, yoga hocam Kerry'i, dağ çileklerinin muhteşem tadını ve hamak keyfini sonraya bırakıp günümüze kalan tek korsandan, Kaptan Jack Sparrow'dan bahsetmeliyim. Bana cömertce sunduğu romun tadı hala damağımda. Birde hatıra fotoğrafı çektirelim diye tutturmasın mı. Bende kıramadım kendisini. Sağolasın Kaptan bekle beni gene geleceğim.


19 Haziran 2007 Salı

sem'den haberler

işte size sem'le son konuşmamızın kaydını sunuyorum:

- sem, bak okuyucuların unuttu seni, artık yeni bir yazı yaz!
- haa? ne okuycusu? nereye yazayım?
- sem!? ne demek ne okuyucusu? blogun yahu, hani yazı yazardın ya!
- ne yazısı? nereye?
- haydaa sem, ne oldu sana? n'oldu? lütfen! yoksa kaza mı geçirdin? kör oldun değil mi?
- nevet, nkör oldum. başıma saksı düştü. göremiyor oluşum hafızamı da etkiledi, artık anımsamıyorum da.
- nayırrrr n'olamazzzz!
- nevet! hem sen kimsin?

evet maalesef sevgili okuyucular! durum böyle! sem'in bir an evvel iyileşmesini ve blogunu böyle ne idüğü belirsiz şahsiyetlerin eline bırakmayarak buraya yeniden güzel güzel yazılar döşenmesini canı gönülden dilerim, elbette sizlerin de adına!

semmm, geri dön geri dön! ne olur geri dönnnnn!