28 Temmuz 2007 Cumartesi

Adaş'ıma

Çocukluğum da benimle aynı ismi paylaşanlar yok denecek kadar az olmasına rağmen, büyüdüğüm de ortalığın adaştan geçilmediğini farkettim. Dahası arıların ve kaynanaların kraliçesi olup medyayı uzun bir süre meşgul eden adaşlarım oldu.


Rivayete bakılırsa, ailenin ilk kız çocuğu olarak dünyaya geldiğim için bana babaannemin adı verilecekmiş, ama babam son anda bir çalım yaparak doğumun çok zor olduğunu söylemiş ve bana doktorun adını verdirtmiş. Babannemin adını taşıma görevi ise üç kuzenim arasında paylaşılmış. Babama sorup teyit etmeye cesaret edememişimdir ama, bana doktorun değil, o zamanlar ünlü olan bir film yıldızımızın adını verdiği ihtimalini düşünüp tebessüm etmişimdir nedense.

En büyük adaşım Londra'da bir sürü ilke imza attığımız, adaşlığın ötesinde birbirimize akla gelebilecek her sıfatı yüklediğimiz Sem olmuştur. Aynı Üniversite de okumamıza rağmen İstanbul'da tanışamamızın acısını Londra'daki uzun yıllarımızda fazlasıyla çıkarmaya çalışmışızdır hep.

Birbirimizi tanımaya yedi saat süren, umutlu ve heyecanlı ilk Londra yolculuğun da başladık. Uçak dilenci vapuru gibi Zürih ve Varşova'ya uğramış, bizim kız nasıl becermişse Varşova havaalanında gümrük bölgesinden geçmeyi başarmış, o zamanlar doğu bloku olan bir ülkenin topraklarından onu batıya götürecek uçağa dönmesi bir hayli zor olmuştu. İyiki de başarmış, adaşlığımız kısa soluklu kalmamıştı.

Bilinmeyene gitmenin o inanılmaz tadı ile yaptığımız ilk yolculuğumuzdan sonra evlerimiz ayrıldıysa da, her hafta sonu benimle buluşup Londra maceralarımın yıldızı olmuştur. Türklerin sayılı olduğu o ilk dönemimiz de, bir anda iki tane Türk kızıyla tanışan yabancılar isimlerimizi sormuş, adaş olduğumuzu öğrenince de, her ne kadar sesli ifade etmeseler de isim fakiri olan bir ülkeden geldiğimizi düşünmüşlerdir. En garibi de, ismimizin aynı olduğunu söylediğimiz halde, birbirimize çok benzediğimizi söyleyip kardeşmisiniz diye sormaları olmuştur.

Sanki hep çantasını, pasaportunu çaldıran, başına binbir türlü şeyler gelen o olmuştur. Nikahlarımız da birbirimizin şahidi olmuş, düğünlerimiz de aynı gelinliği paylaşmışızdır. Gelinlik aslında onun olmasına rağmen beraber seçilmiş benim de işimi görmüştü. İngilizce kurslarına beraber gitmiş, pratik olsun diye aramızda İngilizce konuşmuş, derin meselelere gelip İngilizcelerimiz kifayetsiz kaldğında Türkçe'nin akıcılığına kayıvermişizdir.

İş bulma konusunda bana 'iş bulan kurum' olmuş, bir sürü işte ya beraber çalışmış ya da o ayrıldığında ben onun yerini almışımdır. Bir de Aquatera'da çalışırken o kadar ısrarıma rağmen doğumunu yılbaşı balomuz olduğu gün yapmasaydı! Hastahaneye kaldırıldığını öğrenince, balo için aldığım pırıltılı elbisem çantam da hastahaneye koşmuş, o içerdeyken ben de dışarda baloya yetişebilirmiyim sancısı çekmiştim. Minik Papatya'yı görünce bu sancım geçivermiş, hala şansım olmasına rağmen gitmemiş, o yılki balo bensiz olmuştu.

Birbirimizi tamamladığımızı düşündüğüm, paylaşımlarımızın sayılamıyacak kadar çok olduğu, şimdi özlemim olan adaşım doğum günün kutlu olsun. İyi ki varsın.



16 Temmuz 2007 Pazartesi

Dertler Rodi'nin Yakasını Bırakmıyor

Size Kadıköy'deki Rodi'nin heykelinden bahsetmiştim. Bugün öğrendiğim bir habere göre bu heykel çalınmış ve Rodi arada heykelin çalındığı yerde dolaşıp efkar dağıtıyormuş. Hatta Nimet beyle olay yerinde heykelin bıraktığı çukura bakarken resimleri bile var.


Heykeltraş Ergin bey ise timsah heykeli de çalınacak diye korkulu rüyalar görüyormuş. Belediye yetkilileri ise seçimi düşünmeyi bir kenara bırakmış, Boğa heykelimiz de çalınırmı diye kara kara düşünüyorlarmış.


Heykelin nerede olacağına dair bilgisi olanlar lütfen haber versinler yoksa gene yurt dışından bir detektif getirmek zorunda kalabiliriz. Detektifimiz ise bu günlerde hayli yoğun. 8-19 Ağustos'ta kişisel resim sergisi var. Londra'da olanlar, oraya gitme imkanı olanlar, sergi muhteşem bir gölü ve parkı olan Highgate, Waterlow Park, Lauderdale House'ta. Mutlaka gidin; yediğiniz içtiğiniz sizin olsun gördüklerinizi anlatın bize yeter. Aşağıda sergiden bir numune.



15 Temmuz 2007 Pazar

Kırmızı Bantlı Kız

Arkadaşları Selena ve Peter’in tatile gitmesiyle bu koca şehirde ilk defa yalnız kalmıştı. Gündüz sokaklarda dolaşmış, parkta oturmuş, gölde süzülen kuğuları seyretmişti ama akşamın yalnızlığı fena halde dokunmuştu. 70 yaşındaki Mary çoktan viskisini bitirmiş, sızmıştı. Canı TV seyretmek, kitap okumak ya da ders çalışmak istemiyor, içinden dışarılara çıkmak geliyordu. Akşam tek başına bir yerlere gitmek daha önce yaptığı bir şey değildi.

İşte böyle bir ruh hali içinde evlerinin bir sokak yukarısındaki Tufnell Park Pub’a tek başına gitmeye karar verdi. Daha önce Selena’larla oraya gitmişti ve tek başına gitmesi problem olmaz diye düşünüyordu. Diğer Publardan farklı, akşamları canlı Caz yapılan bir yerdi burası. Daha sonraları Cazcı Wally Fawkes’ı burada dinleyecekti, ama o an bunu bilmiyordu.

Giyindi, tam dışarı çıkacaktı ki, İstanbul’dan gelirken arkadaşının verdiği kırmızı, kenarları pullu yemeniyi katlayıp, kıvır kıvır uzamış saçlarına bant yaptı. İlk defa bir puba tek başına gitmenin tedirginliği ile adımları geri geri gidiyordu. Pub’ın önünde ki uzun, kararsız bir bekleyişten sonra açtığı kapıda onu sigara dumanı, müzik ve tıka basa dolu bir kalabalık karşıladı. Ayakta bile duracak yer yok gibiydi.

Başı öne eğik, birileriyle göz göze gelmekten korkarak bara doğru yürüdü. Bir Shandy istedi, sigarasını yaktı ve barın yanında ayakta müziği dinleyenlerin içinde kaybolmaya karar verdi. Bu pekte zor olmadı. Yalnızlığı fark edilmesin, birilerini beklediği düşünülsün diye ara sıra bakışlarını kapıya yöneltiyordu.

Cazcıların performansı muhteşemdi. Her parçanın sonunda alkışlar, ıslıklar tüm Pub'ı dolduruyor, çalgıcılar kocaman bardaklarından içkilerini yudumlayıp yeni bir şarkıya giriyorlardı. Müzik hoşuna gitmiş, ara sıra ritmine uyarak başını bile sallamaya başlamıştı. Sahne ile kapı arasında gelip giden bakışları az ilerde ki bir sütuna yaslanmış, kendisine bakan şapkalı kişiyi fark etmede gecikmedi. Bunu fark edince gözlerini ondan da kaçırmaya başladı.

Tam sahneye, müziğin ritmine dalmıştı ki, şapkalıyı karşısında buluverdi. Tuvalete gideceğini, elindeki resim defterini tutmasını istiyordu kendinden. ‘Tabi, neden olmasın’lı telaşlı kelimelerle defteri aldı. O dönene kadar da çok iyi muhafaza etti, sayfalarını bile çevirip bakmadı içine. Şapkalı döndüğünde kendisine nereli olduğunu sordu. Bu şehre geldiğinden beri milyonarca kere duyduğu bir şeydi bu. Her zamanki gibi direk nereli olduğunu söylemektense ‘Sen tahmin et’ demeyi tercih etti.

Tahminler İspanya, İtalya, Fransa gibi Avrupa coğrafyasının ülkeleriyle başladı. Her hayır'ın ardından söylenen ülke ile bir adım daha Türkiye’ye yaklaşılmış ama şapkalı Yunanistan dedikten sonra pes etmişti. Türk olduğunu söyleyince şapkalı Türkiye hakkında bildiği her şeyi sıralamaya başlamıştı. Bildiği çok fazla şey olduğu söylenemezdi ama ilginç geliyordu anlattıkları. Kendisinin bile bilmediği Nasrettin Hoca fıkralarını bu İngiliz’den duymak onu fazlasıyla mutlu etmişti. Deftere eşeğin üzerine ters binen Hoca’nın resmi çizildiğinde kahkahalarla gülmüştü. Daha sonra o akşam çizdiği resimleri gösterdi yabancı. Biraz önce seyrettiği müzisyenler, onların saksafonları, trampet, piyano, gitar hepsi bu küçük defterin sayfaları içinde sonsuzlaşmaya başlamışlardı bile.

Müzik bitip, Pub'ı terk etme anı geldiğinde şapkalıyı uzun süredir tanır gibi bir his vardı içinde. Yalnızlığını tamamen unutmuş, çok hoş vakit geçirmişti. Gelmekle iyi ettiğini düşünüyordu eve yürürlerken. Kendini evinin merdivenlerine kadar getiren bu şapkalıya iyi geceler derken bu karşılaşmasının hayatını ne kadar değiştireceği, bu ülkede yıllarca yaşamasına neden olacağı hakkında ise hiçbir fikri yoktu.

1 Temmuz 2007 Pazar

Kazlar Çalınır Çamlıca’nın Bahçelerinde - Rodili Maceralarım III

Sem’in Judi’yi unuttuğunu düşünen Banu bu işi çözümleme zamanının geldiğini düşünür. Hem ne zamandır ülkesine gitmemiş, oraları çok özlemiştir. Hemen bu fikri Fred’e açıp, kendisiyle gelip Colomboculuk oynamasını ister. Fred’de bunu çok ister çünkü ne zamandır İstanbul’daki caz kulüplerinde çalma hayali vardır ama işlerini ayarlayamaz. Banu tek başına İstanbul yolunu tutar.

Ritz Hotel’de deniz manzaralı bir odaya yerleştikten sonra krem rengi pardösüsünü giyip havaalanından aldığı puroları çantasını yerleştirdikten sonra Kadıköy çarşıda soluğu alır. Rodi’yi bulması uzun sürmez. Kendisini tanıtıp, onu konuşmak için Simit Sarayı’na götürür. Çok özlediği çıtır çıtır simitleri yerken ona Judi’yi bulmaya kararlı olduğunu ama yardıma ihtiyacı olduğunu söyler. Rodi Mart ayından beri Judi’den haber alamadığını, İstanbul’un altını üstüne getirdikleri halde bir sonuca ulaşamadıklarını anlatır. Bu iş sandığından da zor olacaktır anlaşılan.

Rodi’den ayrıldıktan sonra İstiklal’e giden Banu, bu şehrin ne kadar da değiştiğini düşünerek sokaklar da Judi’yi aramaya koyulur. Judi’nin resmini kalabalığa göstererek onu görüp görmediklerini sormaya başlar. Nede olsa şehirdeki hatta tüm ülkede ki insanların konsantre olarak geldikleri bir yerdir burası. Kanadalı turistleri bile atlamadan önüne gelen herkesle konuşur.

Beşinci günü de İstiklal’de geçiren Banu artık yorulmaya, ümidini kaybetmeye başlamıştır. Judi’yi bulamamış ama ikinci detektiflik gününden itibaren yanına aldığı resim defterini İstiklal görüntüleri ile doldurmuştur. Hatta kendisini sokak ressamı sananların isteğini kıramamış, portreler çizerek akşamları çanta dolusu YTL, Dolar ve Euro ile oteline dönmeye başlamıştır. Daha sanat okuluna başlamadan bu kadar para kazanacağını hiç düşünmemiş olan Banu acaba hayatımı sokak ressamı olarak mı sürdürsem diye düşündüyse de bu kararı şimdilik ertelemeye karar vermiştir.

Banu’nun İstiklal’deki varlığı Paparazzi’nin dikkatinden kaçmamış ve ulusal bir gazetenin muhabiri onu gözleme almıştır. Gözlemeyle sonucu ulaşamayacağını anlayan muhabir sonunda kendini Banu’ya tanıtmış, anlat bakalım demiştir. Banu hikayeyi anlatınca muhabir tatlı tatlı kaşınmış sonra da bildik bildik gülümsemiştir. Çünkü Judi’nin nerede olabileceği hakkında fikri vardır.

Ertesi sabah ikili Kadıköy vapur iskelesinde buluşup İbrahim Ağa Mahallesi’nde boş bir arazi üzerinde kurulan Ünlüler Sirki’nin yolunu tutmuştur. Sirk daha TV yayınlarına başlamamıştır ama hazırlıklarla dolu hummalı bir havası vardır. Muhabir kendisini kapıdaki görevlilere tanıtmış, içeriye girmeleri hiç de zor olmamıştır. Bir süre içeride dolaştıktan sonra Judi’yi terbiyecisi ile çalışırken bulmuşlardır. Terbiyeciye röportaj için geldiklerini söyleyip bunun için sakin bir yer istemişlerdir. Önce huysuzlanan terbiyeci, muhabirin onun da resimlerini çekeceğini ve ertesi günkü gazeteler de boy boy çıkacağını söylemesi ile yumuşamış onları görüşme odasında yalnız bırakmıştır.

Banu bir solukta Judi’ye olan biteni anlattıktan sonra bu kabusun sona ereceğini anlayan Judi rahatlamış ve gözyaşları içinde başına gelenleri anlatmaya başlamıştır. Sirkte çalışmak için kaçırıldığı gün Rodi ile buluşmaya gelirken şöyle bir Çamlıca yapayım demiş, oradaki sirk mafyasının eline düşmüştür. Bir sirkle Anadolu’yu dolaştıktan sonra Ünlüler Sirki’ne yüksek miktarda paralarla satılmıştır. Kaçmasın diye de kilit altında tutulduğu için Rodi’ye bile haber gönderememiş ama bir gün bulunacağından hiç ümidini kaybetmemiş. Banu artık tutsaklık günlerinin sona erdiğini yanlarında muhabir varken onu artık burada tutamayacaklarını söylemiştir. Nitekim kısa bir tartışmadan sonra sirk yetkilileri Judi’nin gitmesine razı olmuş, üçlü hemen bir taksiye atlayarak Rodi’nin yanına gitmişlerdir. İki kardeş özlemle birbirine sarılırken Banu görevini başarıyla tamamlamanın mutluluğuyla bir puro yakmış, onlara ve muhabire veda ettikten sonra Sem’in evine gitmiştir.

Banu’yu hiç beklemediği bir anda karşısında bulan Sem şaşkınlıktan ne yapacağını bilememiş, hele Judi’nin bulunduğunu duyunca büsbütün sevindirik olmuştur. Yedi gün yedi gece süren kutlamalardan sonra, Banu güzel anılarını ve para dolu valizini yüklenip Sem ve İstanbul’a elveda deyip ver elini Londra yapmıştır.