Mim
Gülçin kardeş beni yine mimlemiş, yazmamak olmaz.
Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım? On dokuz yıl boyunca her yaz turist olarak geldiğim, ondan önce de öğrencilik yıllarımın geçtiği bu şehirde tekrar yaşamak benim için inanılmaz bir ayrıcalık. Tanrı fakiri sevindirmek isterse, önce eşeğini kaybettirir sonra buldurur hesabı; dönüşümün ilk saniyesinden itibaren sanki buraya, ait olmak için yaratılmış gibi hissettim kendimi. Bir de burdaki ilk haftamda kendime bir söz vermişliğim oldu. Bir yere turist olarak gidince, tüm algılarını açıp, orayı daha iyi görüyor, yaşıyor ve hissediyorsun. Yaşadığın yerde ise günlük yaşamın kargaşası etrafını görmeni, doyasıya yaşamanı engelliyebiliyor. Bunun için, algılarımı rafa kaldırmadan yaşamaya çalışacağım demiştim kendi kendime. Ne kadar başarılı olduğumun ölçütü, hala buralarda olmaktan acaip keyif alıyor olmam diye düşünüyorum. Blogçuluk da kendime verdiğim bu sözü yerine getirmem de önemli bir etken oluyor. Bunun için de beni blog dünyasıyla Ocak 2007’de tanıştıran sevgili Ori’ye teşekkür ediyorum.
Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum? Önceleri gözlem yazıları yazarken bir de baktım ki öykü, deneme türüne başlamışım. Öykücülük benim için blogçuluktan önce vardı ama yazılar gün yüzü göremiyordu. Artık onları paylaşabileceğim arkadaşlarımın olması çok güzel. Gözlem yazılarımı özlüyorum galiba ve yeniden başlayabilirim. İçimde yatan aslan ise, polisiye-dizi türü yazılar yazmak.
Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum? Malum blokçuluğun düşünme ve yazma aşamaları var. Görseller apayrı bir tad. İnternetten uygun bir fotoğraf aramak ya da çektiğin fotoğrafdan yola çıkarak birşeyler yazmak bazen çok doyurucu olabiliyor. Dahası aktif bir okuyucu, film izleyicisi, müzik dinleyicisi olabiliyorsun. Blog arkadaşlarımın yazılarını takip ise büyük bir zevk ve uğraş. Tüm bunlar zaman alıyor ama bu benim seçimim, zevkle yapıyorum ve kesinlikle feragat olarak görmüyorum