26 Aralık 2007 Çarşamba

Mim

Gülçin kardeş beni yine mimlemiş, yazmamak olmaz.

Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım? On dokuz yıl boyunca her yaz turist olarak geldiğim, ondan önce de öğrencilik yıllarımın geçtiği bu şehirde tekrar yaşamak benim için inanılmaz bir ayrıcalık. Tanrı fakiri sevindirmek isterse, önce eşeğini kaybettirir sonra buldurur hesabı; dönüşümün ilk saniyesinden itibaren sanki buraya, ait olmak için yaratılmış gibi hissettim kendimi. Bir de burdaki ilk haftamda kendime bir söz vermişliğim oldu. Bir yere turist olarak gidince, tüm algılarını açıp, orayı daha iyi görüyor, yaşıyor ve hissediyorsun. Yaşadığın yerde ise günlük yaşamın kargaşası etrafını görmeni, doyasıya yaşamanı engelliyebiliyor. Bunun için, algılarımı rafa kaldırmadan yaşamaya çalışacağım demiştim kendi kendime. Ne kadar başarılı olduğumun ölçütü, hala buralarda olmaktan acaip keyif alıyor olmam diye düşünüyorum. Blogçuluk da kendime verdiğim bu sözü yerine getirmem de önemli bir etken oluyor. Bunun için de beni blog dünyasıyla Ocak 2007’de tanıştıran sevgili Ori’ye teşekkür ediyorum.

Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum? Önceleri gözlem yazıları yazarken bir de baktım ki öykü, deneme türüne başlamışım. Öykücülük benim için blogçuluktan önce vardı ama yazılar gün yüzü göremiyordu. Artık onları paylaşabileceğim arkadaşlarımın olması çok güzel. Gözlem yazılarımı özlüyorum galiba ve yeniden başlayabilirim. İçimde yatan aslan ise, polisiye-dizi türü yazılar yazmak.

Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum? Malum blokçuluğun düşünme ve yazma aşamaları var. Görseller apayrı bir tad. İnternetten uygun bir fotoğraf aramak ya da çektiğin fotoğrafdan yola çıkarak birşeyler yazmak bazen çok doyurucu olabiliyor. Dahası aktif bir okuyucu, film izleyicisi, müzik dinleyicisi olabiliyorsun. Blog arkadaşlarımın yazılarını takip ise büyük bir zevk ve uğraş. Tüm bunlar zaman alıyor ama bu benim seçimim, zevkle yapıyorum ve kesinlikle feragat olarak görmüyorum

Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı? ‘Zorunluluk’ değil, ‘motivasyon’ diyelim. Hedefim hafta da bir yazmak. Bu da çeşitli nedenlerden dolayı her zaman olmuyor.

Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim? Umarım hiç bitmez ve 115 yaşıma geldiğim de bile Gülçin’in 500’ncü mimi üzerine bir yazı döşeniyor olur ve yoğunluğunda bile bizi düşünüp, görselleriyle besleyen Hep’i mimlerim.

Fotoğraf, bir yılbaşı öncesi Hackney Empire’da muhteşem Bip karakterini hayranlıkla izlediğim ve “Mim, tıpkı müzik gibi ne sınır ne de ülke tanır. Eğer kahkaha ve gözyaşları insanlığın karakteriyse tüm kültürler bizim öğretimizle yoğrulmuştur” diyen, bu yıl Eylül ayında kaybettiğimiz Marcel Marceau’ya ait.

17 Aralık 2007 Pazartesi

Umut Çarşısı

Yavaşlayan trenin fren yaparken raylar üzerinde çıkardığı gürültüyle birlikte kapılar açılmış, taşkın bir insan seli dışarıya akmış, onları karşılamaya gelenlere, hamallara, simit, su ve mendil satıcılarına karışmıştı. Trenden inen adam ve çocuk, yeni başlangıçların, kimi zaman da ayrılıkların mekanı olan gara şaşkınlıkla bakınıyordu. Ortalığa tam bir telaş hâkimdi. Karşılamalar, sarılmalar bitmiş, kimse artık orada bir saniye daha geçirmek istemiyordu. Bir an önce kendilerini götürecek vapurlara, taksilere yetişebilmek için koşturuyorlardı. Hoparlörden gelen sesler sanki gelen ve kalkacak trenleri değil, ayrılıkları ve kavuşmaları haber veriyor, tren ve vapur düdükleri birbirine karışıyordu.

Adam bu kadar şaşırmasının nedenini anlayamıyordu. Oysa, kahramanın, bavuluyla trenden inip, o meşhur merdivenlerden denize baktığı, sonra vapura bindiği film sahnelerini defalarca görmüştü. “Bazı şeyler yaşanmadan anlaşılmıyormuş demek ki.” diye düşündü. Kendisi gibi şaşkın bakışlarla etrafını görmeye çalışan oğluna baktı. Ona olan sorumluluğu, kendini çabuk toparlamasına neden oldu. Bavulunu yere koyup, yüz yüze gelmek için çömeldi. Elini sıkıca tutup, “Bak oğlum, burası bizim oralara benzemez. Benden ayrılmak yok, elimi sakın bırakma.” diye onu tembihledi. Ondan ayrılmayı aklından bile geçirecek durumda olmayan çocuk, ağzını açıp bir şey diyemedi. Sadece “Olur” dercesine başını salladı.

Kadıköy’de bir lokantada çalışan akrabalarına gitmek üzere vapura bindiler. Adam çocuğa padişahların yaşadığı sarayı parmağıyla işaret ederek gösterdi. Mendireklerin ne işe yaradığını anlattı. Çocuk, sahilde gördüğü kocaman sarı balonu gösterdiğinde ise ne diyeceğini bilemedi. Daha başlamadan bitmiş gibi gelen, onları uçarak takip eden gürültücü martılar eşliğinde yapılan kısa yolculuk, çocuk gibi kendisini de çok heyecanlandırmıştı. Hiç inmek istemedi vapurdan.

Ellerindeki adres sayesinde lokantayı kolayca buldular. İçeriye girdiklerinde yüzlerine çarpan ılık hava ve yemek kokusunun verdiği saadet, akrabalarının birkaç gündür işe gelmemiş olduğunu öğrenmeleriyle bıçak gibi kesildi. Onların çaresiz bakışları üzerine lokanta sahibi, telefonla bir yerleri aradı ama sonuç olumsuzdu. Kendilerini bir anda, oracıkta yalnız ve sahipsiz hissettiler. Ceplerinde fazla paraları olmamasına rağmen lokantacının tarif ettiği oteli bulup, şehirdeki ilk gecelerini orada geçirdiler. Ertesi gün de lokantacı aynı şeyi söyleyince, bir kez daha karamsarlığa büründüler. Bu kez garsonlardan biri akrabalarının, postanenin sokağındaki giyim mağazasında çalışan bir kızla ara sıra buluştuğunu, belki onun yardımcı olabileceğini söyledi.

Mağazadaki kızı bulduklarında gerçeği öğrendiler. Uzun süredir asker kaçağı olan akrabaları, sonunda yakalanmış ve hemen görev yerine gönderilmişti. Bir gel git daha yaşadı adam ve oğlu. Onların üzerine çöken umutsuzluğu fark eden kız, üzülmemelerini, kendisinin de aynı semtte oturduğunu, iş çıkışında birlikte gidebileceklerini söyledi. Babanın yüzüne yayılan mutluluk az bir ara ile çocuğun yüzene de yerleşti.

Bunun üzerine yağan yağmura aldırmayan ikili merak ettikleri çarşıyı keşfe çıktı. Bu kadar meyve sebze çeşidini, baharatçıyı, kebapçıyı, kuruyemişçiyi, tatlıcıyı bir arada görmemişlerdi. Pet dükkânında ki ufacık yeşil kaplumbağalara, gözleri yeni açılmış köpek yavrularına, garip sesler çıkaran papağanlara baktılar. Başlarını sokacak bir yerleri olduğunda, çocuk bu küçük kaplumbağalardan birkaç tane almayı düşledi. Balıkçıda gördükleri kaz çocuğun beyaz boynuna dokunmasına izin vermedi ama babayı umutlandırdı. Bu kalabalık şehirde kaza bile bir yer varsa, onlar için de pekala olabilirdi. Dikkatle pazardaki esnafı inceleyen baba, yapabileceği işleri kafasında kurmaya başlamıştı bile.

Kızın söylediği saate yakın, çalıştığı yerin karşısındaki boş bir dükkânın kepengi önünde beklemeye başladılar. İş çıkışı alışverişini yapan, evlerine giden insanların onların varlığından haberi yok gibiydi. Mağazadaki kız onlara çay getirdi. İçlerini ısıtan çayı yudumlarken, yeni hayatlarına dair düşüncelere daldılar. Aslında ikisi de kendilerini bekleyen zor günlerin farkındaydı ama bu şehrin onlara da sahip çıkacağına dair umutları vardı.

Zamansız kaybettiği eşini düşündü adam. Oğluyla daha konuşmamıştı ama ilk fırsatta gidip ona bir mevlit okutturacak, mezarını yaptıracaklardı.

12 Aralık 2007 Çarşamba

Kadıköy'de Bir Akşam Vakti

Bütün yaz kendini özleten yağmur iki gündür nerdeyse aralıksız yağıyor, şehrin sokaklarını ıslatıyor, gölcükler oluşturuyor, ufacık sellere dönüşüyordu. Sanki özlenmek hoşuna gitmiş de, kavuşmanın tadını iyice çıkarmak istercesine çoşkuyla akıyordu gökyüzünden. Bir önceki gün çiselemeye başladığında, o da masasından fırlamış, ilk damlalara daha yakından şahit olabilmek için camın kenarında toplanan ofis kalabalığına katılmış, içeriye giren yağmur kokusunu derin derin içine çekerek, şehrin yağmurla buluşmasını ve anında tıkanan trafiği izlemişti.

Akşam olmuş, evin yolunu tutmuştu şimdi. Ofisten çıkarken eline verilen maaşın ağırlığı çantasında, yağmurun verdiği huzur yüzünde, Kadıköy’deki Beşiktaş iskelesinde vapurdan indi. Kalabalık, meydanın her iki yanındaki duraklara dağılırken, yağmur durdu. Her akşam yolcuları birbirinden renkli çiçeklerle karşılayan çingenelerden, iki demet kokina alıp yolun karşısına geçti. Kendisine ara sıra böyle sürprizler yapmak hoşuna giderdi.

İnsanların adres tarif ederken ‘Postanenin sokağı’ dedikleri ama artık yerini bir moloz yığını ve onu çevreleyen reklam panolarının aldığı sokağa girdi. Köşede yeni açılan kahve zincirlerinden birinde oturan insanların gamdan uzak halleri, keyfini iyice artırdı. Yıllardan beri karşılıklı cilveleşen iki pastaneyi geçerken, başka bir konuyu, maaşıyla neler alacağını düşünüyordu.

Böyle mutlu sayılabilecek bir ruh hali içindeyken, gördüğü bir çift yüz, tüm neşesini süpürüp götürüverdi. Renkli ve ışıklı vitrinlerin arasında, boş bir dükkanın paslanmış kepengi önünde çömelmiş oturan baba ve oğluydu gördüğü. Babanın yüzündeki tarifi imkânsız ifade, çocuğun yüzünde kopyalanmış gibiydi. Herkesin koşturarak bir yerlere gittiği bu soğuk Aralık akşamında orada beklemeleri mi, giysilerinin inceliği mi, yoksa yoldan geçenlere bakan bu yüzlerde ki, umutla umutsuzluğun buluştuğu, bekleyiş dolu ifade mi neden olmuştu buna? Anlayamadı kadın. Onu bir anda üzüntüye boğan bu ifade, sanki tüm görüş alanını kapatmış, etrafına bile doğru dürüst bakınamadan yürüyüp geçmişti önlerinden.

Mantıklı olan geri dönüp onlara tekrar bakmak olurdu ama dikkat çekeceğinden korkuyordu. Orada olmalarının, aklına gelen ihtimaller dışında bir açıklaması varsa, bakışlarıyla onları rahatsız etmekten çekiniyordu. En iyisi çaktırmadan durumu iyice anlamak diye düşündü. Yolda ilerliyor, dönüp arkasına bakıyor ama kalabalıktan bir şey göremiyordu.

Yardıma ihtiyaçları varsa, sokakta kalmışlarsa, onlara yardım etmek istiyordu. Cüzdanında bozuk para olmadığı geldi aklına. Neyse maaşı çantasındaydı. Hem vakit kazanmak hem de parayı bozdurmak için mağazalardan birine girdi. Dışarı çıktığında aşağıya doğru yürüyecek, göz ucuyla bakarak, dikkat çekmeden geçecekti yanlarından.

Çıktığında, çocuğun elindeki iki boş çay bardağıyla, oturdukları yerin karşısındaki giyim mağazasından içeriye girdiğini gördü. Kafası iyice karıştı. İçinden çıkamayacağını anlayınca, konuyu bir sonraki akşam çözmeye karar verip, balık pazarının yolunu tuttu.

Ertesi akşam ve sonraki akşamlar, kepengin önünde kimsecikler yoktu.

4 Aralık 2007 Salı

Bremen Yolcuları

Bir zamanlar kadife sesli bir ağustos böceği yaşarmış. Kış gelince aç kalmış karıncanın kapısını çalmış. Karınca ona “Tüm yaz boyunca saz çaldın, şimdi de oyna bakalım.“ deyince, dünyası yıkılmış, ne yapacağını bilmez bir halde yollara düşmüş. “Keşke açlıktan ölseydim de, o kapıyı çalmasaydım.“ diyormuş kendi kendine. Oysa geçen yaz, Marseyas’ta düzenlenen şarkı yarışmasında, Kral Midas’ın elinden Altın Şeftali ödülünü alan oymuş. Onun şerefine şenlikler düzenlenmiş, karıncalar bile işlerine ara verip katılmışlar köyün o yazki en büyük etkinliğine.

Ağustos böceği şarkı söylemeye başlayınca herkes coşar, kimse yerinde duramazmış. Uzak köylerden onu dinlemeye gelen, ayağı tutmayan hastalar bile dans ederek dönerlermiş evlerine. Ona sorarsanız, o daha yolun başındaymış. Müzik eğitimi alacak, dünya turuna çıkacak, hatta bir gün opera bile söyleyecekmiş. Üzerinde çalıştığı besteleri bile varmış. Müziği seçtiği için hiç pişman değilmiş ama şimdi yiyecek bir şeyler bulamazsa, her şey bitecekmiş.

Bu düşüncelere o kadar dalmış ki bir ormanın derinliklerine doğru ilerlediğini fark etmemiş. Ara sıra uzaktan gelen bir kuş sesi, bir yabani hayvanın çığlığı dışında sessiz gecenin içinden, garip sesler gelmeye başlamış. Dikkatle dinlemiş. Bir eşek anıra anıra uzun hava söylüyor, ona havlayan bir köpek, yüksek perdeden miyavlayan bir kedi ve aralıksız öten bir horoz eşlik ediyormuş. Gelen sesler o kadar kötüymüş ki, bir karga bile onlardan daha iyi söylermiş. Ağustos böceği hemen sesin geldiği kulübeye doğru yürümüş.

Kulübeye varınca, ışık sızan camdan içeriye bakmış. Ev sahipleri şarkılar söylüyor, eğleniyormuş. Şöminedeki ateşi görünce, ne kadar çok üşüdüğünü fark etmiş. İçeride olmayı çok istemiş ama gecenin o vakti kapıyı çalmaya cesaret edememiş. Öylece onları pencereden izlemiş.

İçerdekilerin keyiflerine diyecek yokmuş. Ne kadar kötü söylediklerinin farkında bile değillermiş. Bir süre sonra şarkılarına ara verip, yemeğe başlamışlar. Birbirinden güzel yiyecekleri gören ağustos böceği önce yutkunmuş, sonra da onların dikkatini ürkütmeden çekecek bir yol düşünmüş. Yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle, donmak üzere olduğuna aldırmayıp, yanık bir türkü söylemeye başlamış. Geceyi bölen güzel sesi duyan orman sakinleri, yaptıkları işi bırakıp, soluksuz onu dinlemeye başlamış. Kulübedekiler de şaşkınlık içinde önce kulaklarını sesin geldiği yöne dikmişler, sonra da dışarıya fırlamışlar. Neredeyse donmak üzere olan ağustos böceğini görünce tam vaktinde yetiştiklerini düşünüp, onu hemen içeriye almışlar.

Biraz yemek yiyip, kendine gelen ağustos böceği başından geçenleri onlara bir bir anlatmış. Eşek, “Bak bizim yerimiz var, burada kal.“ demiş. Diğerleri de hep bir ağızdan aynı şeyi söyleyince o da kabul etmiş.

O geceden sonra kulübeden yayılan müzik dalgaları gittikçe güzelleşmiş. Ağustos böceğinin verdiği şan, solfej, armoni dersleri sayesinde, diğerleri de çok iyi söylüyorlarmış artık. Şarkılı, türkülü dakikalar, kırk gün kırk gece devam etmiş.

Kırkıncı gecenin sabahında eşek arkadaşlarına, “Hani biz Bremen’e gidecektik.“ demiş. Uzun zamandır bu düşünce aklından bile geçmeyen köpek heyecanlanmış, “Neden duruyoruz öyleyse.“ demiş. Kedi durumu ağustos böceğine açıklamış. Horoz da “Sen de bizimle gel.“ demiş ağustos böceğine.

Ertesi gün, beş kafadar hayalleri ceplerinde yola koyulmuşlar.