Salacak'ta Bekle Beni
Güzel bir bahar akşamı, doğayı saran yaşam rüzgarı, onun da bedenine dalga dalga yayılmış, gözleri açılmış, dünyaya ikinci defa ‘Merhaba’ demişti. Ona sorsanız normal uykusundan uyanmıştı. Herkes farklı söylüyordu ama. Vücudundaki uyuşukluk olmasa, demir bir kütleye dönüşmüş ellerini, ayaklarını oynatabilse inanmayacaktı söylenenlere.
Sonraki günlerini, hastanede iyileşmeye, bedenini terk etmiş gücü yeniden kazanmaya çalışarak geçirdi. Yıllardan beri hapishanesi olan yatağından tamamen kurtulmak, hayatın ona verdiği ikinci şansı doya doya kullanmak istiyordu. Ziyaretine gelen çok olmuştu. En çok beklediği, bir türlü gelmiyordu ama. Kapının her açılışında, başını kaldırıyor, içeri girenin o olmadığını görünce, içini tarifsiz bir hüzün kaplıyordu.
Aradan uzun bir süre geçti, evine kavuştu adam. Uzun uykusunda evi, arkadaşları, şehri ne çok değişmişti. Evlerinin arkasında, futbol oynadıkları bostana koca koca siteler dikilmiş, televizyon kanalları çoğalmış, telefonlar cepte taşınır olmuştu. İkinci bir boğaz köprüsü bile yapılmıştı. Daha her şeyi net olarak hatırladığı söylenemezdi ama hiçbir şeyin eski tadının kalmadığı kesindi.
Üniversite öğrencisiydi komaya girdiğinde. Şimdi arkadaşları okullarını bitirmiş, iş adamı olmuş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Sanki o bildiği insanlar gitmiş, yerlerine başkaları gelmişti. Aynaya baktığında gördüğü kişi de, kendisi değildi. Yüzündeki çizgiler, şakaklarında beyazlaşan saçlar onun olamazdı. Kendisinden yirmi yıl yaşlı bir adamın bedenine hapsolmuşta, kaçamıyor gibi hissediyordu.
O hep beklediği gelmemişti hala. Arkadaşları da bilmiyordu nerde olduğunu. Akşamları uzandığı yatağında, onun lüle lüle saçlarını düşünüyor, el ele tutuşarak yürümelerini, Salacak’taki çay bahçesini, tavla oynamalarını gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Randevuları iple çekmesine rağmen, hep geç kalırdı, o zamanlar. Bir türlü tutturamazdı zamanı. İlk kavgalarıda bu yüzden olmuştu. Hatta lüle saçlısı, ona bir saat bile hediye etmişti. ‘Ne güzel, artık hiç geç kalmam.’ demişti gülerek.
Son görüşmelerinde, ertesi gün buluşmak üzere ayrılmışlardı. Nerden bilebilirdi ki randevuya gidemeyeceğini, uzun yılların aralarına kara bir bulut gibi gireceğini. Lüle saçlısı gelmiş miydi, buluşma yerine? Her zaman oturdukları masada mı beklemişti onu? Sonra ne yapmıştı, merak ediyordu tüm bunları.
Ona olan özlemi, günden güne büyüyor, kapanması imkânsız bir boşluk açıyordu. O çay bahçesine gitmeyi planlıyordu her gün, ama ayakları bir türlü varmıyordu. Korkuyordu, ya orda değilse diye. Arkasından batan güneşi defalarca seyrettikleri Kız Kulesi’nin bile kendisine ‘Çok geç kaldın, çok.’ diyeceğini düşünüyordu.
Kız Kulesi'nin olduğu ülkeden çok uzaklarda, bir ada ülkesinde yaşayan kadın, memleketini özlediğinde Türk mahallesine alışverişe giderdi. Çok sevdiği simidi bulamazdı ama eve sucuksuz, beyaz peynirsiz ve gazetesiz dönmezdi. O Pazar sabahı alışverişini yapmış, masayı bir güzel donatmıştı. Kahvaltıyı bitirip, çayını yudumlarken, memleketinin gazetesini eline aldı. Üçüncü sayfaya geldiğinde resimli bir haber dikkatini çekti. Fotoğraftaki adamı tanımıştı. Şaşkınlık, sevinç, acı dolu bir duygu atağına kapıldı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Buna engel olamayacağını anlayınca, telaşla terk etti masayı. Bu halini eşi ve çocukları görsün istememişti.
Dilbilgisi konusundaki önerileriniz için çok teşekkürler. Üsteki, yazının düzeltilmiş halidir.
Umarım bu sefer olmuştur.