17 Mart 2008 Pazartesi

Papatya ve Sümbül

Hani aylardan Şubat’tı
Hani doğa bembeyaz ipek elbisesini giyince
En çok onlar sevinmiş
Koşarak gitmişlerdi buluşma yerlerine
Sonra, güneş vurmuş
Erimiş, damla damla akmışlardı toprağa
Karanfilli türküleriyle.

İşte gene bir mucize oldu,
Mart geldi,
Cemreler düştü,
Toprak ısındı,
Papatya ve Sümbül
Olarak yeniden hayat buldular,
Güneşli bir İstanbul sabahında
Objektifime yakalandılar.

1 Mart 2008 Cumartesi

Kırmızı Demlik

Kışın bir yerden girince yüzüme sıcaklık vurmasını severim. ‘Hoş geldiniz.’ dercesine açılan kapılardan, el ele tutuşarak girdik mağazaya. Kapının üstündeki ısıtıcıdan yayılan sıcaklıkla keyiflendim. Severim bu sıcaklığın verdiği duyguyu. Kış günü okuldan öğlen yemeği için eve koşarak geldiğim anları hatırlarım. Beremi, atkımı ve mantomu üstümden atar, sobanın ateşinde üşüyen ellerimi ısıttıktan sonra, annemin yer sofrasına otururdum. Tarhana çorbasının içine ekmeğimi doğrarken, sobanın üstünde tıkırdayan tencereden çıkan buharlı koku, bir sonraki yemeğin habercisi olurdu. TRT radyosundan çalan müzik eşliğinde yemek yenir, ajans başladığında dedemin yüzü ciddileşir, çıt çıkarmaya korkarak yerdik yemeğimizi. Spikerin sesinden odaya yayılan yurt ve dünya haberlerine, kaşık sesleri eşlik ederdi. Su ya da biraz daha ekmek istemek için ses çıkarmaya bile korkardık. Gittiğin yer ne kadar keyifli olursa olsun, eve gelmenin tadı başkadır.

O küçük kız büyüdü. İki evi var artık. Tarhana çorbasını annesi gibi yapmaya çalışan ama aynı tadı alamayan, o yer sofrasını özleyen kız, teker teker aldığı eşyalarla, yavaş yavaş kuruyor yeni evini. Sobalı evin sıcak duygusu hiç kaybolmuyor içinden. Anne evi, kendi evin olmaktan çıkmıyor hiç.

Mağazanın girişinden ilerliyoruz. Sağda birbirinden güzel koltuklar, kanepeler var. Buraya koltuk almaya gelmedik. Bir koltuğumuz yoksa da, iyi bir fiyata kapattığımız, yatılı misafirlerimize yatak olan, açılıp kapanan bir kanepemiz var. Gene de tüm koltuk ve kanepeleri deniyoruz. Üzerlerine oturuyoruz, uzanıyoruz. Sol tarafta masa, sandalye, sehpalar var, onlara da bakıyoruz. Garip bir enerji üretiyoruz beraberken. Lunaparka ilk defa gelmiş iki çocuk gibiyiz. Birbirini seven iki insanın oluşturduğu bu enerjiyi seviyorum. Bu enerji olduğu sürece, yapılamayacak hiçbir şey yok gibi geliyor.

Üst katı gezmeyi bitirince aklımıza demlik alacağımız geliyor. Pazar günü çalışmanın bıkkınlığıyla köşede bekleyen satıcı alt katı işaret ediyor, merdivenleri sekerek iniyoruz. Yaşadığımız ülkenin çay kültürü çok farklı. Bizim gibi altta suyu kaynatıp, üste çayı demlemiyorlar. Porselen bir demlik içinde yapıyorlar çayı ve içine süt koyarak içiyorlar. Önceleri garipsemiştim bunu ama sütsüz tadını alamayınca ben de katılmıştım sütlü çay kervanına. Bunu anneme anlattığımda çok gülmüştü, inanamamıştı. Hatırım için bir fincan içmiş ama beğenmemişti. Çay her derde devadır burada. Can sıkıcı bir durum mu var, bir fincan çay yetişir imdada. Bir şeye mi sevinilecek ya da kutlanacak mıdır, bir çay demlenir hemen. Çayın bu imparatorluğa sadece birkaç yüzyıl önce geldiğini düşünmek zordur.

Çay bu kadar önemli olunca da demlik seçimi kolay olmuyor. O kadar çeşit var ki. Kırmızı demliği görünce ‘Budur işte!’ der gibi birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Demliklerin hemen yanındaki meyve tabaklarına gözümüz takılıyor. Almaya niyetimiz yok ama öyle hoşlar ki. İçi kırmızı gelincikli, krem rengi bir meyve tabağı beğeniyorum. ‘Gelecek sefere de bunu alalım.’ diyorum. Eşim ‘Hadi gel, şimdi alalım.’ deyince gelincikler benim oluyor.

Üst katta ki kasaya giderken pembe, beyaz çizgili bir kanepeyi ve iki koltuğu tekrar deniyoruz. Fiyatı ilişiyor gözüme. Pek pahalı gelmiyor. ‘Ne dersin? Gelecek sefere bunlardan alır mıyız?’ diyorum. Ne olduğunu anlamadan, bir demlik, meyvelik, bir çift koltuk ve kanepenin mutlu sahipleri oluyoruz. Onlara uygun perdeleri seçerken ne kadar zorlanacağımızı düşünmek aklıma bile gelmiyor.

Gülçin ve Vladimir ile başlattığımız Ayın 1'i ve Mim yazımdır.
Katılmak isteyen arkadaşlara pamuk eller klavyeye diyorum.