Sufi

Soğuğun rüzgarla iyice sertleştiği o kış akşamı, başı göklerdeki sokak arkadaşımı selamlayıp eve yollanmıştım ki onu kapıdaki paspasın üstünde gördüm. Simsiyah parlak tüyleri, dimdik kulakları ve çakmak yeşili gözleriyle geldiğimi farkeden kedi kıvrıldığı yerden kalkarak bana yol verdi. Eğilip başını okşadım. Tüyleri yumuşacıktı. Komşulara ait olmalı diye düşündüm. Biraz sevdikten sonra eve girdim.
Ertesi sabah işe gitmek üzere kapıyı açıp onu paspasın üzerinde bulunca çok şaşırdım. Evsiz bir kedi miydi yoksa? Bunu neden daha önce düşünememiştim? İstanbul'a benzemezdi Londra. Sokak kedileri olmazdı. Hala kapımda olması düşündürücüydü. Yan komşunun zilini çaldım. Yaşlı komşum durumu aydınlatabilirdi. Pembe sabahlığı içinde kapıyı açan Vera’nın da bir bilgisi yoktu. Biraz konuştuktan sonra 'En iyisi ben onu eve alayım, bu kışta kıyamette dışarıda kalmasın' dedi.
O zamana kadar hayalindeki tek hayvan siyah bir labrador olan ben gün boyu onu düşündüm. Ürkek hali gözümün önünden gitmiyordu. Artık paspasta sabahlamayacağı için sevinmem gerekirken üzülmeme şaşıyor, bir önceki geceyi dışarda geçirmesine neden olmama kızıyordum. Akşam acele adımlarla eve giderken ağacıma selam vermeyi bile unutmuştum. Vera'nın zilini çaldığım da kararlıydım. Onu alacaktım. Vera biraz üzülmüş gibi gözükse de, tüm gününü evdeki iki kediden saklanarak geçirdiğini, alışmasının zor olacağını söyleyerek razı oldu. Onu saklandığı karyolanın altından çıkarırken ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım.
Kucağımdan yere bıraktığımda, evin her tarafını dolaşıp kokladı. Sıcak kaloriferin yanına kıvrılıp tüylerini yalamaya başladığında evi benimsediğini anlamıştım. O akşam evdeki ton balığıyla idare etti. Ertesi gün yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını aldığım da evimizin bir parçası olmuştu. Adını bilmiyorduk. Bir haftalık arayıştan sonra ona Sufi adını verdik.
Özgür ruhluydu. Kucak kedisi değildi. Eve gelenlerin bacaklarına sürtünür, ‘miiiyk’ sesi çıkarır, kucağına almak isteyenlere hiç yüz vermezdi. Bizim kucağımıza canı çektiğinde gelir, biraz kaldıktan sonra yapması gereken bir şeyi hatırlamış gibi kalkar giderdi. Halbuki bahçe turunu bitirdiğinde evin içine serpiştirdiğim minderlerde uyuklamaktan başka yaptığı şey yok gibiydi. Ara sıra da ekseni etrafında döner kuyruğunu yakalamaya çalışırdı. Onu kucak kedisi olmaya hiç zorlamadım.
Rahat ve sıcağa düşkünlüğü bana babaannemi anımsatırdı. İkisi de gürültüye tahammülsüzdü. 5 Kasım’da olması gereken ama havai fişek partileriyle bir ay sürebilen Guy Fawkes kutlamaları döneminde gardırobunu sığınak olarak kullanırdı. Bazı fişeklerin sesi bombayı andırırdı. 80’li yıllarda İstanbul’da kaldığım öğrenci yurdundan, gecenin sessizliğini bölen bomba seslerine alışkındım. Bu sesi Londra’da ilk duyduğum Kasım gecesi, IRA bombası sanmıştım. Asıl nedenini öğrendiğim de çok rahatladığımı hatırlıyorum. Sufi’nin bu şansı yoktu. Anlam veremediği bu sesler onu hep korkutacaktı.
Bazı alışkanlar insanı kolay terk etmiyor. Ne zaman evin loşluğunda onun cüssesine benzeyen bir poşet ya da çantanın yaptığı karaltıyı görsem, hala Sufi zannederim.