19 Ağustos 2007 Pazar

Çekilsem Sahillere Hayaller mi Kursam?

Yoksa hayallerimin peşinde mi koşsam? Hayaller sadece kurulmak için mi yoksa?

Kiminle konuşursak konuşalım mutlaka bir hayali vardır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri hayal kurabilme özelliği olsa gerek. Bir kedi ya da köpeğin de hayalleri olabilir ama birçok buluş ve icadı, hayalleri peşinde koşabilen insanlara borçlu olduğumuz bir gerçek. Bu özelliğimiz yaratıcılığımızın sınırlarını zorlar, bizi daha önce ulaşılmamış şeylere ve yerlere sürükler.

Asıl amacım resimlerini çok sevdiğim bir ressamdan bahsetmekti. Giriş yapayım derken hayaller üzerine yazar buldum kendimi. Karısı Susan'ın ölümünden sonra hissettiği büyük yalnızlığı bastırmak için 70 yaşından sonra resim yapmaya başlayan Alfred Wallis (1855-1942) bu ressam. Kendisi hiçbir resim eğitimi almadığı gibi, eserlerini de yaşadığı küçük kulübesinde bulduğu kutuları keserek oluşturduğu mukavvalar üzerine yapmıştır. Eğitim almaması, resimlerine masum ve yalın bir ifade vermiş, daha önceden bilinen birçok kuralı alt üst etmeyi başarmıştır.

Gemilerde tayfa olarak geçirdiği dönemden kafasında kalan imajları, zaman zaman da St Ives limanını ve fenerini obje olarak kullanmıştır resimlerinde. Topografik bir hafıza ile yaptığı resimlerde, klasik anlamda kullanılan perspektiflik unsuruna yeni boyutlar getirmiştir.

Şansı (bizim şansımız da diyebiliriz buna) yaver gitmiş, bir gün deniz kenarındaki kulübesinde resim yaparken, zamanın ünlü iki ressamı tarafından keşfedilmiştir. Bu keşfedilme, Wallis'in hayatını değiştirmemiş, birkaç resim satmış, yalnızlığını resimleriyle renklendirmeye devam etmiş ve yoksulluk denebilecek koşullarda St Ives'daki hayatına veda etmiştir. Geride Tate'de dahil olmak üzere yüzlerce resimden oluşan zengin bir koleksiyon bırakmıştır.

Kendi alanlarında belirli bir yere gelmeleri zaman alan iki sanatçı daha geliyor aklıma. Jack Nicholson sanatının meyvelerini 36 yaşından sonra almaya başlamış, Guguk Kuşu ve Shining filmleriyle dünyada tanınmaya başlanmıştır. Wallis'in çağdaşı Stan Laurel ise 1890 tarihinde doğmuş, 1926 yıllarında Oliver Hardy ile çalışmaya başlayıp, yapımcı Hal Roach'ın dikkatini çektikten sonra ünlenmiştir.

Belkide bir şeylere geç kaldım diye üzülmemelidir insan. Her yaşta yaşanacak şeyler, arkasından koşulacak hayaller vardır. Yaklaşan doğum günüm bana bunları yazdırtıyor olabilir. Sizlerle paylaşayım istedim.

16 Ağustos 2007 Perşembe

Çıkış

Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu algılamakta güçlük çekiyorum. Etrafıma uzun süre şaşkın gözlerle baktıktan sonra Londra'daki ilk sabahım olduğunu anlıyorum. Hemen cama koşup diğer evlere, özenli bahçıvanların ellerinden yeni çıkmış gibi görünen bahçelerine bakıyorum ve nerede olduğuma dair hiç bir şüphe kalmıyor kafamda.

Böyle bir anda günlüğümü ihmal etmem mümkün değil. O zamana kadar hiç tatmadığım duygularımı sözcüklere dökmeye başlıyorum. Yeni doğmuş bir bebek gibiyim. Ne öncem var nede sonram sanki. Antenlerimi açmış, yeni şeyler öğrenmeye ve tatmaya çalışan enerji yüklü bir halim var.

Daha sonra, Kakule ve adlarını daha hala öğrenemediğim bir sürü baharatla kaynatılmış çay eşliğinde kahvaltımı yapıyorum Hintli ev sahiplerimle. İngiliz tatlarından önce Hint tatlarını öğrenmek varmış bu İngiliz başkentinde. Yeni tatlar turu biter bitmez, çevre turuna çıkıyorum. Hayatımda hiç görmediğim bir düzen hakim bu şehre. Sıra sıra dizilmiş birkaç katlı evlerin içinden geçerek parka gidiyorum, oturup etrafı seyrediyorum, yeşilin ne kadar çok tonu olduğunu keşfediyorum.

Ertesi gün Istanbul’da İngilizce kursunda tanıştığım Selda beni almaya geliyor. Görevi var; beni Londra metrosuna tanıştırmak. Bana Londra’da geçen günlerinden bahsediyor yolculuğumuz boyunca. Herşeyiyle çok memnun hali içimi rahatlatıyor. Bilet alırken bana da metronun bir haritasını almayı ihmal etmiyoruz. Bizim kullandığımız hat, Piccadilly, rengi de lacivert. Şehrin altında ikinci bir dünya, arı gibi çalışan, bir tren şehri var adeta. Mavinin dışında her biri başka bir renkle sembolize edilen bir sürü hat var. Gökkuşağının renklerinden daha fazlası var bu yeraltı şehrinde.


En çok siyahiler; pırıl pırıl, esmerin tüm tonlarını yansıtan sağlıklı ciltleri ve afro saçlarıyla ilgimi çekiyor. Dünyanın her tarafından insanların cirit attığı bir yer burası. Onları tanımanın en kestirme yolu buraya gelmekmiş meğer. Uzak Doğululardan tut, Afrikalılar, Latinler, Japonlar, Doğu Avrupalılar, Amerikalılar; Londra metrosunu benim gibiler için bir Dünya Müzesi yapmak için bir araya gelmişler diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Metro turumuzu Leicester Square’de dışarıya çıkarak tamamlıyoruz. Çeşit çeşit mağazalar, restoranlar, kafeler, sinemalar, diskolar, sokak göstericileri; bakmakla, görmekle bitmeyecek bir sürü şey var. Bu yolculuğu 20 yıl sonra yapmış olsam, kitle iletişim araçlarının etkisiyle böyle canlı ilk izlenimler yaşamanın mümkün olmıyacağını bilmiyorum o an. Sonraları bu bölgeyi çok turistik bulacağımı da. Ama o an başımı döndürüyor bu alegori.

Turumuz bitince metroyu kullanarak tek başıma yapıyorum yolculuğumu. Zafer kazanmış kumandanların edasını götürüyorum eve.

İlk günlerimde silindiğini hissettiğim mazim gelip beni yakalıyor zamanla. İyi de oluyor. Gerze, İstanbul ve şimdi de Londra’nın karması olmaya başladığımı hissediyorum. Mutlu oluyorum bu yeniden olusumumdan.

Önceleri ilginç gelen Hint yemeklerinden bıkmaya başladığım bir okul çıkışı Wimpy’e gidiyorum. Kasada parayı alan kişi bana Türk’müsün diye soruyor. O an koptuğum an oluyor. İçimde biriktirdiğimi fark etmediğim memleket özlemiyle olsa gerek, önce hıçkırıklara, sonra gözyaşlarına boğuluyorum. Beni en yakın masaya oturtup, önüme de peçeteleri diziyorlar. Masaya doluşan, nasıl ve nerden birdenbire ortaya çıktıklarını hala çözemediğim bir sürü Türk bu hızlı peçete tüketimini izlerken, komik şeyler anlatıp beni güldürmeye çalışıyor. En çok da kasiyerin anlattıklarına gülüyorum.

Bu onun ilk metro anısı. Benim Selda'lı turumdan çok farklı. Yaptığı ilk metro yolculuğunda 'Çıkış' kelimesinin İngilizcesini bilmediği için her gördüğü kalabalığın peşine takılmış. Takibe aldığı hiç bir kalabalık ta çıkışa yönlenmeyince gün yüzünü görmesi saatler almış.

2 Ağustos 2007 Perşembe

İstanbul'da Mmöööö Zamanı

İstanbul'u inekler bastı. Evet, 1.5 yıllık bir hazırlıktan sonra nihayet 1 Ağustos'tan itibaren şehrin sokakları ineklerle renklenmeye başladı. İlki 1998 yılında Zürih'te başlayan daha sonra dünyanın 54 kentinde yer alan İngilizce çevirisiyle 'İnekler Geçiti' denebilecek, bizde ise daha çok 'Dikkat İnek Çıkabilir' sloganı ile yer alan bu sokak sergisinde yer alan parçalardan biri Cemil İpekçi'nin ineği. Daha yaratıcısının adını görmeden kime benzediğini görmemek mümkün değil.


Eğer bu birbirinden renkli inekleri daha görme şansınız olmadıysa üzülmeyin. Etkinlik 30 Ekim'e kadar devam edecek. Tabi Rodi'nin heykelinin akıbetine uğramazsa. Her sabah bir zamanlar heykelin olduğu alandan geçerken, geride kalan çukurun çöplerle dolduğunu görmek yeterince üzüntü veriyor zaten.

Her ne kadar sponsor firmaların reklamlarını yapmaları için bir fırsat alanına dönüşmüşse de toplumsal ya da çevreci mesajlar veren ineklerin olduğu da bir gerçek. Dahası hiç beklemediğiniz bir anda karşınızı çıkabilirlermiş. Kadıköy'deki Boğa'mız sergi haberini ilk duyduğunda çok sevinmiş ama hevesi gırtlağın da kalmış, çünkü inekler bu yakaya gelmiyeceklermiş.

Şişli Belediyesi'nin düzenlediği ve 150'si ünlü 190 sanatçının tasarladıği inekler Kasım ayında satılacak, gelirleri de Sokak Çocukları Rehabilitasyon Derneği, AÇEV ve TEMA'ya verilecekmiş.

Bakalım İstanbul sokaklarında dalgın dalgın yürürken kaç tanesiyle burun buruna geleceksiniz. Nişantaşı'na yolunuz düşerse Sezen Aksu'nun kini görmeniz mümkün. Göremezseniz de üzülmeyin işte size bir fotoğrafı.