13 Eylül 2007 Perşembe

Ocak Şubat Maaaart

Kısa süren çocukluk yazlarımın en büyük sevdası denize gitmekti. Neredeyse her günümü denize gitmenin olanaklarını yaratarak geçirirdim. Mahalledeki erkek çocuklar, araba lastiklerinden yapılmış can simitlerini omuzlarına atıp, bir şort ve bir havlu ile denize giderken, bizler yalnız gidemezdik. Bizi denize götürecek bir büyük bulmak zorundaydık. Şanslı olduğumuz günlerde ya annem ya da mahalleli bir kadınla denize yollanırdık.

Deniz öncesi uzun hazırlıklar yapılır, yanımıza domates, salatalık, meyve, peynir, fırından yeni çıkmış taze ekmek, hatta tuzlu balık bile alırdık. Deniz kenarına varır varmaz azıkları gölgeye bırakır, kendimizi denize atardık. Topumuz varsa deniz topu, yoksa kaydırak, omuzdan atlama, dibe dalma gibi oyunlar oynardık. Ben en çok el ele verip, halka oluşturup ‘Ocak, Şubat, Mart, denizin dibine bat’ diyerek hep beraber suya dalmamızı severdim. Su altında en uzun süre kalan oyunu kazanırdı. Oyunu kimin kazandığı umurumuz da olmaz, dibe daldığımızda çıkardığımız bir avuç kumu yüzümüze gözümüze sürer ya da birbirimize atarak eğlenirdik. Sevinç çığlıklarımız denizde dalga olurdu.

O günkü dalışımda aldığım kumla birlikte elime ufak bir cisim gelmiş, baktığımda bunun taşlı bir altın yüzük olduğunu fark etmiştim. Arkadaşlarıma gösterdiğimde herkes kafasına göre yorum yapmış, annem de bu yorumlara ‘sahibini bulmalıyız’ diyerek bir son vermişti.

Kasabamızın çeşitli yerlerine konulmuş hoparlörlerden düğün, vefat, alım, satım, kayıp gibi ilanlar yapılırdı. Pazarın kurulduğu Cuma günleri kalabalıklaşan şehrimiz de kaybolan kuzenim de bu yolla bulunmuştu. Ertesi gün yüzüğün ilanı verildi. Babamdan öğrendiğime göre çok kişi “yüzük benim” demiş. Hiç kimsenin tarifi uymayınca, yüzüğün denizdeki özgürlüğü kasaba karakolunun kayıp eşya kutusunda son bulmuş, bizde yüzüğü unutmuştuk.

Aradan geçen zaman içinde, kasabayı ziyaret eden bir aile, bu hikayeyi duymuş. Yaptıkları tarifle, karakoldaki yüzüğün kaybedilen yüzük olduğu anlaşılınca çok sevinmişler, bulan kişiyle tanışmak istemişler. Biz de gittik.

1956 yılındaki büyük yangında kül olan eski ahşap evlerin yerini, iki katlı önü arkası bahçeli betonarme yangın evleri almıştı. Kaldıkları pansiyon bu evlerin olduğu mevkideydi. Bizi pansiyonun çiçek kokan asmalı bahçesinde karşıladılar. Annemin arkasından çekinerek girdiğim kalabalıkta gözlerin üstümde olması beni rahatsız etmişti. Birkaç kişiyle tanışıp tokalaştıktan sonra yüzüğün sahibinin oturduğu sedire götürüldüm. Derin kırışıklarla dolu yüzündeki huzurlu ifadeyi görünce rahatlamıştım. Kasabada o yaştaki kadınlar başlarını bağladıkları halde onunki açıktı. Gümüş rengi saçları giydiği siyah elbisesiyle çok farklıydı. O yıllarda eşlerini kaybeden Rum kadınlarının, hangi yaşta olursa olsun, sadece siyah giydiklerini bilmiyordum.

Beni görünce yerinden kalkmaya yeltendi ama olmadı. Elimden tutarak nerden bulduğuna şaşırdığım bir güçle beni kendine doğru çekerek yanına oturttu. Derin mavi gözleriyle bir süre yüzüme baktıktan sonra, titrek bir sesle yüzüğü nasıl bulduğumu sordu. Bir çırpıda anlattım. O da beni fazla merakta bırakmayıp kendi hikayesini anlatmaya başladı. Kasabanın eski yerlilerinden Rum bir ailenin kızıymış. Yıllar önce kasabımızı terk etmek zorunda kalmışlar. Yüzük de ona eşinin armağanıymış. Daha sonraki kötü günlerin de her şeyini satmak zorunda kalmış ama yüzüğe asla kimseyi dokunturtmamış. Yıllarca görmediği kasabasına iki yıl önce, onun ısrarı üzerine ailecek gelmişler. Yaşadıkları evin yandığını öğrenince çok üzülmüş, soluğu tek değişmeyen yerde, sahilde almışlar. Suyun içinde uzun süre oturmuş, iyice inceleşen parmaklarından yüzüğün kayıp gittiğini daha sonra anladığın da ise iş işten geçmiş.

Bir daha ne yüzüğü nede kasabayı tekrar göreceğini düşünmezken, bu kez torunlarının ısrarı üzerine tekrar gelmişler. İyi de etmişler, çünkü bu yüzüğe tekrar kavuşmak, onu bir anlamda çocukluk aşkına tekrar kavuşturmuş.

11 yorum:

gülçin dedi ki...

çok etkileyici bir hikaye sem. bir ara yüzüğü yıllar sonra birinin parmağında gördüm filan yazacaksın sandım ama :) birine kayıp aşkını vermişsin, ne mutlu.

sevgiler.

Ori dedi ki...

Gerçekten bende etkilendim, çok keyifli ve duygu dolu bir anlatı olmuş. Ellerine sağlık.
Yazında şirin ilceni dolaştım, el ele verip "Ocak, Şubat, Mart" dedim. Yüzük bulmuş kadar sevindim. Sesimi dalgalara saldım. Küçük dalgalar içinde oturan Rum kadını gördüm. Sana teşekkür ederken bende oradaydım.
İyiki denize batmışsın Sem.
Hadi yine denize gitme planları yap.
Sevgiler...

Ori dedi ki...

Anlattığın Rum kadını düsündüm durdum. Senin katkınla mutlu olan kadını. Sahi, bu insanlar neredeler şimdi? Aşkale'de de olsa kalanları var mıdır? Yoksa hepsi Amale Taburlarında asker mi? Sultanahmet Meydanın'da tel örgüler içinde bekleşenler, sahi nereye gidiyorlardı? Şu Eylül'ün altısı yedisi geçti gitti de kimse bir şey demedi değil mi?

g. dedi ki...

etkileyici bir o kadar ilginç bir hikaye...İade-i ziyarette bulunayım dedim...sevgiler

Adsız dedi ki...

Bir insanı çok mutlu etmişsin ne güzel bir anı:)Bende küçükken kaybettiğim bir oyun kasedim vardı aradım taradım bulamadım.aynı oyunu her yerde aradım sinop samsun kalmadı.hala birgün bulurum unuduyla yaşıyorum umarım biride benim kaybolan o oyun kasedimi bana getirir:P

Adsız dedi ki...

Sem cim bu hikayeden film olur kardes, cok duygulandirici. Seni minicik halinle de dusunmek varmis :) cok sirin :) yazim tarzin ile etkileyici olmus...sagol ;)

Adsız dedi ki...

Elinize sağlık çok güzel.
Arkadaşın dediği gibi film de olur. Ama ben önce ocak şubat mart diyeyim biraz kum alayım.
Belki bende bulurum:)

Unknown dedi ki...

Sem, hikayeni çok sevdim ve çok duygulandım.O sahillerde bende yüzdüğüm, ocak-şubat - mart deyip defalarca daldığım için daha bir anlamlı geldi bana, o günlerinizi gözümde canlandırdım ve gerçekten çok güzel bir film olabileceğini karar verdim. Cemre kardeş, kaybettiğin oyun neydi söylesene, bir kopyesini buluruz sana ama yıllar sonra aynı tadı alabilirmisin garanti edemeyiz:))

Unknown dedi ki...

Çok çok hoş bir hikaye Sem. Resimlerde öyle. Bende bir yüzük kaybetmiştim ama bulunmadı:( Manevi değeri olan şeylerin kaybı insana daha çok dokunuyor. Yazını okuyunca umutlandım belki bulurum diye.

Adsız dedi ki...

çok enteresan ve çokta romantik bir hikaye..çok etkilendim.maneviyatın genelde kadınlar üzrinde anlamı çok başkadır.kadındaki aşka ve verdiği değere...onun için nekadar özelmişki tekrar kavuşmasına vesile olmuşun..meliha(bir dost)

kurşunkalem dedi ki...

Çok etkileyici ve harika bir anlatımla şuana kadar okuduğum en değerli blog yazılarından biri diyebilirim.

Saygılarımla...