29 Kasım 2007 Perşembe

Salacak'ta Bekle Beni

Güzel bir bahar akşamı, doğayı saran yaşam rüzgarı, onun da bedenine dalga dalga yayılmış, gözleri açılmış, dünyaya ikinci defa ‘Merhaba’ demişti. Ona sorsanız normal uykusundan uyanmıştı. Herkes farklı söylüyordu ama. Vücudundaki uyuşukluk olmasa, demir bir kütleye dönüşmüş ellerini, ayaklarını oynatabilse inanmayacaktı söylenenlere.

Sonraki günlerini, hastanede iyileşmeye, bedenini terk etmiş gücü yeniden kazanmaya çalışarak geçirdi. Yıllardan beri hapishanesi olan yatağından tamamen kurtulmak, hayatın ona verdiği ikinci şansı doya doya kullanmak istiyordu. Ziyaretine gelen çok olmuştu. En çok beklediği, bir türlü gelmiyordu ama. Kapının her açılışında, başını kaldırıyor, içeri girenin o olmadığını görünce, içini tarifsiz bir hüzün kaplıyordu.

Aradan uzun bir süre geçti, evine kavuştu adam. Uzun uykusunda evi, arkadaşları, şehri ne çok değişmişti. Evlerinin arkasında, futbol oynadıkları bostana koca koca siteler dikilmiş, televizyon kanalları çoğalmış, telefonlar cepte taşınır olmuştu. İkinci bir boğaz köprüsü bile yapılmıştı. Daha her şeyi net olarak hatırladığı söylenemezdi ama hiçbir şeyin eski tadının kalmadığı kesindi.

Üniversite öğrencisiydi komaya girdiğinde. Şimdi arkadaşları okullarını bitirmiş, iş adamı olmuş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Sanki o bildiği insanlar gitmiş, yerlerine başkaları gelmişti. Aynaya baktığında gördüğü kişi de, kendisi değildi. Yüzündeki çizgiler, şakaklarında beyazlaşan saçlar onun olamazdı. Kendisinden yirmi yıl yaşlı bir adamın bedenine hapsolmuşta, kaçamıyor gibi hissediyordu.

O hep beklediği gelmemişti hala. Arkadaşları da bilmiyordu nerde olduğunu. Akşamları uzandığı yatağında, onun lüle lüle saçlarını düşünüyor, el ele tutuşarak yürümelerini, Salacak’taki çay bahçesini, tavla oynamalarını gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Randevuları iple çekmesine rağmen, hep geç kalırdı, o zamanlar. Bir türlü tutturamazdı zamanı. İlk kavgalarıda bu yüzden olmuştu. Hatta lüle saçlısı, ona bir saat bile hediye etmişti. ‘Ne güzel, artık hiç geç kalmam.’ demişti gülerek.

Son görüşmelerinde, ertesi gün buluşmak üzere ayrılmışlardı. Nerden bilebilirdi ki randevuya gidemeyeceğini, uzun yılların aralarına kara bir bulut gibi gireceğini. Lüle saçlısı gelmiş miydi, buluşma yerine? Her zaman oturdukları masada mı beklemişti onu? Sonra ne yapmıştı, merak ediyordu tüm bunları.

Ona olan özlemi, günden güne büyüyor, kapanması imkânsız bir boşluk açıyordu. O çay bahçesine gitmeyi planlıyordu her gün, ama ayakları bir türlü varmıyordu. Korkuyordu, ya orda değilse diye. Arkasından batan güneşi defalarca seyrettikleri Kız Kulesi’nin bile kendisine ‘Çok geç kaldın, çok.’ diyeceğini düşünüyordu.

Kız Kulesi'nin olduğu ülkeden çok uzaklarda, bir ada ülkesinde yaşayan kadın, memleketini özlediğinde Türk mahallesine alışverişe giderdi. Çok sevdiği simidi bulamazdı ama eve sucuksuz, beyaz peynirsiz ve gazetesiz dönmezdi. O Pazar sabahı alışverişini yapmış, masayı bir güzel donatmıştı. Kahvaltıyı bitirip, çayını yudumlarken, memleketinin gazetesini eline aldı. Üçüncü sayfaya geldiğinde resimli bir haber dikkatini çekti. Fotoğraftaki adamı tanımıştı. Şaşkınlık, sevinç, acı dolu bir duygu atağına kapıldı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Buna engel olamayacağını anlayınca, telaşla terk etti masayı. Bu halini eşi ve çocukları görsün istememişti.

Dilbilgisi konusundaki önerileriniz için çok teşekkürler. Üsteki, yazının düzeltilmiş halidir.
Umarım bu sefer olmuştur.

18 Kasım 2007 Pazar

Kemik Peşinde

Koşarak gitti kasabın önüne. Pembe dili dışarıda. Tesadüfen bulduğu bu dükkâna her gün uğrardı. Amaçsız yürüdüğü kaldırımda, burnuna gelen kokuyu takip ederek gelmişti ilk kez. Vitrinde asılı etleri görünce, akıvermişti ağzının suyu. Düşünmeden dalmıştı içeriye. İçerdeki, beyaz önlüklü, koca göbekli adam “Hoşt.“ diye bağırınca, neye uğradığını şaşırmıştı. Dışarıya kovalamıştı onu. Buna bir anlam verememişti.

Oraların sahibiymiş gibi, kapının önüne uzanmış kediye dikti gözlerini. Kaygısız bir hali vardı. Oysa kendisini görünce dikleşen kulakları, onu ele veriyordu. Varlığı bu besili kediyi rahatsız etmişti. Ama ilişmedi ona. Beyaz önlüklü, severdi bu miskin kediyi. “Hoşt.“ demezdi ona. Buna da anlam veremezdi köpek.

İnsanları da severdi, beyaz önlüklü. Onların içeriye girmesine izin verir, bir kağıda sardığı etleri, beyaz bir poşetin içine özenle yerleştirip verirdi onlara. Kendisine neden vermezdi, anlamazdı köpek. Kağıda sarılmasa da olurdu. Bir kemiğe bile razıydı. Bir defasında küçük bir kemik parçası önüne düşmüş, onunla yorulana kadar oyalanmıştı. Nasıl da sevinmişti o gün.

Belki beyaz önlüklü bugün bir kemik verir diye düşündü. Bir güzel yalamıştı tüylerini. Yakışıklı olmuştu. Hem sokakta yürürken birisi onu durdurmuş, başını okşamıştı. İnsanların sıkça yaptığı şeydi bu. Buna da anlam veremezdi köpek. Kemik verseler daha iyi olmaz mıydı? Bugün işi yaver gidecekti. Bunu hissediyordu. Biraz sonra beyaz önlüklü onu çağıracaktı. Çağırdığında naz etmek olmazdı. Hemen kuyruğunu sallayarak girecekti içeriye. Ne istediği sorulduğunda bir bir anlatacaktı.

Bunları düşünürken kapıdan ayırmıyordu gözlerini. Çırpı bacaklı, kısa pantolonlu bir oğlan girmişti içeriye. Bakalım beyaz önlüklü onu nasıl karşılayacaktı. Bu çocuğun yaptıklarını iyice incelerse, işin sırrını çözebilirdi. Ondan sonra gelsin etler, kemikler. Hatta kardeşlerine, annesine bile götürecekti. Bunu gören annesi “Bak benim akıllı oğluma, neler getirmiş.” diyecekti. Gurur duyacaktı ondan.

Çırpı bacaklının, elindeki poşetle dışarı çıktığını gördü. Elinde salladığı poşetten nefis kokular geliyordu. İyi bir çocuğa benziyordu. Orada beklemekten de sıkılmıştı. Takip etmeye karar verdi. Çırpı bacaklı bunun farkına varmış olmalıydı. Ara sıra dönüp arkasına bakıyor, gülümsüyordu. Poşete yaklaşıp “Miyk miyk” dedi. Çırpı bacaklıya etten istediğini söylemişti. İyi de etmişti. Çocuksa poşeti ondan uzaklaştırmış, iki eliyle göğsüne bastırmıştı.

Hızlanmak zorunda kaldı. Çırpı bacaklı, koşmaya başlamıştı. Birkaç kez daha arkasına dönüp bakmış, gülümsemişti köpeğe. Umutlandı köpek. Belki de çocuk herkesten uzak bir köşede doyuracaktı onu. Onun içindi bunca yol. Herkesin içinde olmazdı. Yoksa herkes kendi payını isteyebilirdi. “Ne kadar düşünceli bir çocuk.” diye geçirdi içinden. Sevdi bu çocuğu. Verdiklerini iştahla yiyecek, mutlu olduğu zamanlarda yaptığı gibi kuyruğunu sallayacaktı.

Eski bir evin önüne geldiler. Çocuk durdu. O da. Nefes nefese, dili dışarıda. Çocuk bir şeyler söyledi ona. Beklediği an gelmiş miydi? Sabırsızlandı. Çocuğun çevresinde bir tur attı, zıpladı. Patileriyle çırpı bacaklarına yaslanıp bekledi. Gözleri, bir türlü açılmayan poşette. İşte beklediğim an geldi diye düşünüyordu ki, çocuk kapıyı çaldı. Açılan kapıdan içeri süzüldü çocuk. Bir anlam veremedi buna köpek. Kapıyı patileriyle açmaya çalıştı. “Pat pat” diye vurdu. Açılmadı kapı. Köpeğin içini, tarifi imkansız bir hayal kırıklığı kapladı.

Ne yapacağını bilemeden bir süre daha kaldı orda. Aklına birden bakkalın karşısındaki, büyük, gri metal kutu geldi. İnsanların, gün boyu attıkları poşetlerle dolu olurdu. Kedilerden fırsat bulursa, kendiside eşelerdi onu. Ağzına layık parçalar bulduğu zamanları hatırladı. Kutuya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Çırpı bacaklıyı unutmuştu çoktan.

15 Kasım 2007 Perşembe

Kaplumbağa Terbiyecisi

Onu, ilk defa, iş için gittiğim bir şirketin duvarında gördüm. Elinde tuttuğu neyi, boynundan sarkan maşası, kafasındaki kavuk ve kırmızı kaftanıyla ilgimi çekti. Yere serpiştirilmiş yeşillikleri yiyen kaplumbağaları izleyen sakallı bir adam figürüydü bu. Resme hakim olan kırmızının ve ışığın kullanımını beğendim, ama asıl sevdiğim gizemli kompozisyonu oldu. Yaşını başını almış, ciddi yüzlü, sakallı bu adamın, elinde ney, boynun da maşayla, kaplumbağalarla ne işi olabilirdi? Bir deli olabileceğini bile düşündüm.

Düşündüğüm olasılıklar içinde, Kaplumbağa Terbiyecisi olabileceği yoktu. Yaratıcısı Osman Hamdi Efendi, hukuk eğitimi için 1860’da gittiği Paris’ten, 12 yıl sonra, bir hukukçu olarak olmasa da, tutkulu bir ressam ve müzeci olarak dönmüş. Paris’te yaşadığı yıllar onu batı etkisinde bırakmış. Dönüş sonrası Osmanlı’daki hayatı, doğu ve batıyı harmanlama çabalarıyla geçmiş. Bu duygu bana bildik geldi. Sevdim bu mücadeleci ressamı. Resimlerinin yanı sıra, güzel sanatların geliştirilmesi ve tarihi eserlerin korunması konusunda ciddi çalışmaları ve hayal kırıkları olmuş. Arkeoloji Müzesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisini kurmuş.

Tablo ise, tam bir sembol zengini. Kahramanın kıyafeti, dervişliğe ait öğelerle dolu. Mevleviliye girmek isteyenler, 18 hizmetten oluşan, 1001 günlük çileden geçermiş. Amaç sabrı öğrenmek, kibri yenmekmiş. Bu gönüllü çekilen çilelerin hepsini daha öğrenemedim, ama tabloyla ilgili olanları şöyle:Sırtında kaplumbağaya benzeyen nesnenin adı ‘Fakir Çanağı’. Derviş adayları bununla, kapı kapı dolaşır, ihtiyaçları olmadıkları halde yiyecek toplarmış.

  • Pazara giderken kuşaklarına taktıkları maşa sayesinde, pazarcılar onları tanır, aldıkları mallarda indirim yaparmış. İndirim kartları yokmuş o günlerde.
  • Beş kaplumbağanın, değişime karşı direnen kesimi ve yavaş değişen toplumu temsil ettiği düşünülüyor.
  • Dökülen sıva ve duvardaki çatlaklar ise parçalanmaya başlayan Osmanlıyı temsil ediyor. Kırmızı kaftanlı adamımız da sabırla değişimi sağlamaya çalışan, tüm zorluklara göğüs geren bir aydın.

Dervişimiz neyi üfleyip, o gönülleri fetheden sesiyle, kaplumbağaları terbiye etmeye çalışıyor. Neyin yetmediği yerde maşa devreye giriyor. Kaplumbağaların bizim gibi kulakları olmadığı, hatta işitemedikleri, sırtlarındaki kalın bağa nedeniyle maşayla canlarının yanmayacağı düşünülürse, aydınımızın işi zor. Hatta boşa kürek çektiği bile düşünülebilir. Ben daha iyimser bakmak istiyorum. Kaplumbağalar bile terbiye edilebilirse, birçok şeyi yapabilmek mümkün. Yeter ki isteyelim.

Yorumu, ne olursa olsun, bu çok çarpıcı ve göz doyurucu eserin aslını görmek istiyorum. Pera Galeri’ye yol göründü demektir bu.

9 Kasım 2007 Cuma

Mim Rüzgarları

Sessiz sedasız ara verdiğim yazılarıma, Gülçin kardeşin beni mimlemesiyle dönüş yapmak zorunda hissettim. Bloglarda esen mim rüzgarına kapılanca bana da yönlendirmiş. İki tane özlü söz yazmam gerekiyor. Neyse ki seçimim zor olmuyor. Birincisi, büyük bir ailenin ev işlerini nerdeyse tek başına üstlenmiş olan annemden, diğeri de özlü sözleriyle meşhur olan 18. yüzyılın büyük yazarı Goethe’den.

Dede, babaanne, amca ve kuzenlerin oluşturduğu evimizin tüm işlerini, pek şikayet etmeden tek başına üstlenen annem, yazları bağ ve bahçe işleri çıkınca zorlanmaya başlardı. Bu durumlar da en büyük çocuğu olan benden yardım isterdi. Genellikle evi temizlemek şeklinde olan bu istemlerine hep ‘Kızım, yaptığın bana ise öğrendiğin sana’ sözleri eşlik ederdi. O zamanlar farkına varmadığım bu incelik, sonraları beni hep duygulandırmıştır.

Bu sözlerde ki derinlik öğrenim, iş hayatı ve günlük yaşamımı etkilemiştir. Bir şeyleri öğrenmem ya da öğretmem gerektiğinde bunu salt okuyarak, dinleyerek ya da seyrederek değil bizzat yaparak öğrenmeyi ya da öğretmeyi denerim hep. En iyi eğitimcilerin de katılımcılara deneme şansı verenler olduğuna inanırım.

Goethe'nin 'İnsan kendini yalnızca insanda tanır' özlü sözünü, K Dergisinin kapağında görür görmez benimsemiştim. Hayatımın değişik dönemlerinde, bir sürü ırktan, kültürden, dinden, görüşten, yaştan bir araya geldiğim insanları düşünüyorum. Bunca etikete rağmen insan tatlısıyla tuzlusuyla, gerçekleriyle insan. Başkalarının gerçeklerinde kendini gören bir insan. Kendinde olanı, olmayanı, bildiklerini, bilmediklerini, hayallerini, düşlerini, korkularını gösteren bir ayna gibi. Bu yansımalar karşısında sevinir, üzülür, neşelenir, imrenir, öfkelenir, kısaca bir sürü duyguyu yaşarız. Hangi duyguyu yaşarsak yaşayalım, her defasında kendimizi tanıma adına olan uzun yolculuğumuzda yeni bir kapı aralanıverir.

‘Aynaya bakar bakar, hayalimi ararım’ demek istediğim sanılmasın. Bunca yansımayı dengeleyen başka bir gücün farkındayım. Bu da herkesten farklı olmak ihtiyacımız. İyi ki böyle ve hepimiz farklıyız. Farklı bir anne, baba, arkadaş, yazar, çizer, yönetmen ya da blogcuyuz. İşte size farklı mim yazıları: Gülçin'inkine buradan, Latin rüzgarları estiren Hep'inkine buradan ulaşabilirsiniz.

Goethe çok farklı şeyler söylemek istemişte olabilir. Ölüm döşeğindeyken 'Işık, ışık biraz daha ışık' dediği söylenir ve bundan çeşitli anlamlar çıkarılır. Diğer bir görüş ise, odasına daha çok ışık gelmesi için bakıcısından ikinci bir panjur açmasını istediği doğrultusunda.

En sevdiğim özlü sözü sona sakladım. Bu bir Meksika Atasözü ama ufak düzenlemelerle bu topraklarda da rahatlıkla uygulanabilir:

Hayat ekşi bir limon uzattığında, ah kötü kader demeyelim, üstüne tekila ve tuz isteyelim.