31 Mayıs 2007 Perşembe

İki Yaka ve Bir Köprü

Boğaz köprüsünün açıldığı yıl sınıfımızdan bir çocuk, babasıyla köprünün açılışını izlemek için İstanbul’a gitmişti. Dönüşte anlattıkları olay olmuş, günlerce konuşulmuştu. Ben de herkes gibi bu şehri görme hayalleri kurmuştum.

Sonunda hayallerim gerçekleşmişti. Beni ve arkadaşım Ayşe'yi İstanbul’a getiren otobüs, anlatılanlardan ve fotoğraflardan tanıdığım şehir içinde yol almaya başlamıştı. Boğaz Köprüsü'ne vardığımızda sabahın olmasına az bir zaman kalmıştı ama Ayşe ve ben uyumamış etrafı görebilmek için cama yapışmıştık. Deniz esrarengiz güzel, siyaha vuran ışıltılarla doluydu. Her iki yakadaki şehir ışıkları gözlerimizi alıyor, kalbimiz heyecandan küt küt atıyordu.

Ayşe’lerin durağına gelince okulda buluşmak üzere ayrıldık. Biz de halamlara geçtik. Yeni okuluma kayıt için amcamla Çamlıca’da ki okulun yolunu tutup, koridordaki sırada yerimizi aldık. Hemen arkamızda parlak simsiyah dalgalı saçları, koca gözleri ve uzun kirpikleri ile ince bir kız ve annesi belirdi. Kim önce merhaba dedi bilemiyorum ama biraz sonra annesi amcamla, ben de adı Sevda olan bu kızla derin konuşmalara daldık. Sevda ile sıradaki bu yerimizi gelecek üç yıl boyunca hep koruyacak, yatakhanede, yemekhanede, kopya çekimlerinde, gülme krizlerinde beraber olacaktık.

Yatılı okula başladıktan kısa bir süre sonra kaynaşmalar olmuş, ATOS3 adında altı kişilik bir grup kurmuştuk. Ayşe ve Sevda'nın dışında Olga, Tülin ve Selin'de grup içinde yerlerini almıştı. Hafta sonları bir yolunu bulur, dışarıya çıkış izni alır, 3 numaralı otobüse binip kendimizi önce Kadıköy daha sonra İstanbul'un değişik yerlerine atardık.

Köprüye tekrar dönüşüm ise daha bir muhteşem olmuştu. O gün her zamanki gibi zorlukların üstesinden gelmiş, izinlerimizi almıştık. Önce vapurla karşıya geçip Beşiktaş'ta dolaştık. Deniz kenarında çay bahçesinde otururken dönüşte, köprüyü yürüyerek geçmeye karar verdik. Rengahenk çiçekler satan çingenelerden bir kucak dolusu kırmızı karanfil alıp aramızda bölüştük. Köprünün altına geldiğimizde 'Boğaz köprüsü inci gerdanlık, altından geçtik kahkaha attık''ı söylerken etrafımızda oluşan kalabalığın bizi gülümseyerek izlemesi coşkumuzu iyice artırdı.

O günlerde köprüye iniş çıkış, ayaklarında bulunan asansörlerle sağlanırdı. Sonra insanların kendilerini köprüden atarak intihar etmesi moda olunca köprü yaya trafiğine kapatıldı. Asansöre bindiğimizde hala sesli sesli konuşuyor büyük mutluluk dalgaları yayıyorduk etrafımıza. Asansörü bekleyen amcaya bir karanfil verip köprüye ilk adımlarımızı attık. Bizim gibi köprüyü yürüyerek geçen bir sürü insan vardı. Pırıl pırıl parlayan güneşe daha yakınlaşmış, geçen vapurlardan, her iki yakadaki bina ve ağaçlardan iyice uzaklaşmıştık. Bir masalın kahramanları gibi şarkılar söyleyerek, sek sek yaparak yürüyor, zaman zaman korkulukların kenarında durup eşsiz manzarayı seyrediyorduk. Boğazın o kendine özgü laciverdimsi mavisi gözlerimizi kamaştırıyordu. Elimizdeki karanfilleri yanımız sıra yürüyen sevgililere, yaşlı çiftlere veriyor, adeta mutluluk dağıtıyorduk.

Köprünün orta yerine geldiğimizde Avrupa yakasını Asya'dan ayıran kırmızı çizgiyi görünce heyecanımız doruk noktasına ulaşmıştı. Elele tutuşup bizi Asya kıtasına götürecek adımı hep beraber atıp Asya'ya geçiverdik. Olga daha Avrupa'ya doyamadığını söyleyince, hadi bir Avrupa yapalım deyip çizgiyi tekrar geçtik. İki kıta arasında bu kadar kolay geçişin olması bizi büyülemişti.

Okula döndüğümüzde hepimiz günlüklerimize sarılmış o muhteşem günün güzellik ve kahkalarını kelimelere dökmeye başlamıştık. Kelimelerin o kadar kaygısız, o kadar heyecan ve coşkuyla geçen bir bahar gününü anlatabilmesi mümkün değildi. Yıllar sonra tekrar bir araya gelsek, yılda bir kere köprüden koşarak geçilmesine olanak tanıyan Avrasya Maratonu'na kırmızı karanfillerimizle katılsak, aynı coşkuyu yakalamamız mümkün olur mu?

24 Mayıs 2007 Perşembe

BEKLE BENİ İSTANBUL

Hiç düşünmeden kendimi sınava yazdırıyorum. Bir büyü altındayım sanki. Yazgım olan bir şeyi yaparcasına formları doldurup teslim ediyorum sınıf hocamıza. Kimseden izin almak aklıma bile gelmiyor. Sınav için özel bir hazırlık da yapmıyorum, yap diyen kimse de olmuyor.

Sınav öncesi annem beni Sinop'a götürüyor. Büyük şehre gelmenin heyecanı ile yürüyorum sokaklarda. Tüm görüntüleri kare kare kaydediyorum hafızama. Garajda indiğimiz yer yarımadanın en ince noktası. Yolun iki tarafı deniz. Karşımda Sabahattin Ali'nin “Aldırma Gönül"ünü yazdığı Sinop Cezaevi'nin kalın duvarları. Duvara vuran dalga seslerini duyar gibi oluyorum. Uzaklarda burnun ucundaki yüksek ağaçlıklı arazide birkaç büyük yapı dikkatimi çekiyor. Annem oranın radar olduğunu Amerika'lılara ait olduğunu söylüyor. Dediğinden hiç bir şey anlamıyorum ama ordaki Amerika'lıları da hayal etmeden duramıyorum. Daha sonra onun Elektormanyetik İzleme Merkezi olduğunu, soğuk savaş döneminde Sovyetler'i dinlemek için kurulduğunu öğreniyorum.

Kim bilir bir daha ne zaman gelirim bu şehre diye düşünmedenedemiyorum. Bundan önce çok küçükken babamla gelmiştik. Tatlıcı Hasan'ın bana verdiği içi şeker dolu küçük sepeti hatırlıyorum. Annemin de hafızasında yer etmiş ki, oradan geçerken hatırlatıyor bana. İçeri girip merhaba diyoruz, yine bir sürü pembe, beyaz şekerlerim oluyor, ama bu sefer şekerden yapılmış bir sepet içinde değil. Nede olsa büyük bir kız olmuştum artık.

Ertesi gün sınava giriyorum. Oradaki en büyük heyecanım olan şekerlerimle dönüyorum kasabama. Sonra da sınava dair ne varsa unutuyorum.

Sınavı yapanlar beni unutmuyor. Bir kaç ay sonra Sinop Öğretmen Okulu'nun yatılı bölümünü kazandığım haberi geliyor. Bu sefer amcamla gidiyoruz. Beni okula kaydetip, yatakhaneye yerleştirdikten sonra amcam dönüyor kasabamıza. İşte o zaman kavrıyorum ne yaptığımı. Her fırsatta ağlayan bir öğrenci modeline dönüşüyorum. Sınıfta, yatakhanede, yemekte, bahçede, olabileceğimiz her mekan da yaşlar sicim gibi akıyor gözlerimden.

Bir hafta geçiyor ağlamakla. Beni ve kasabamdan arkadaşım Ayşe'yi müdür odasına çağırıyorlar haftanın sonunda. Biz aslında başka bir okulu da kazanmışız ama sonuçlar yeni gelmiş. İstersek o okula da gidebilirmişiz. Hiç düşünmeden eveti basıyorum. Yeni okulun nerede olduğu umurumda değil. Oraya gitmeden önce eve gitmek var işin içinde. Annemi, babamı, kardeşimi tekrar göreceğimi düşünüyorum ve sadece buna odaklanıyorum.

Yarım saatlik bir yolculuktan sonra bizimkilere tekrar kavuşmanın mutluluğuna erişiyorum. Durum anlaşılıyor ki biz İstanbul'da yatılı bir kız lisesini kazanmışız. Bu sefer de İstanbul hazırlıklarımız başlıyor ve sonunda amcam, Ayşe ve babası çıkıyoruz İstanbul yoluna.

İşte bu yolculuk beni heyecanlandırıyor. Otobüse bindiğimizde tek düşündüğüm şey hep şanslı başkalarının gittiği o büyülü şehrin kucaklarını açıp beni beklediği oluyor.

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Nene Hatun'un Gururlu Kızı

Pazar günü, dısarda gene muhteşem bir hava. Gecen hafta Tasdelen’de yapılan piknik çok iyi gelmişti ama piknik arkadaşlarım yoğun bu Pazar. Şubat ayında gittiğim poşet cay bahçesine gidiyorum bende. Havalar ısınınca poşetler kalkmış. Orda oturmuyoruz. Moda burnuna doğru yürüyoruz. Sol tarafta çatısız, artık kullanılmayan bina dikkatimizi çekiyor. Moda'daki en güzel İstanbul manzarasını gören bu binanın bir zamanlar özenerek yapıldığı, hala ayakta kalmayı başaran duvarlarından, mimari tarzından, güzel bahçesinden belli.

Hiç düşünmeden kendimi sınava yazdırıyorum. Bir büyü altındayım sanki. Yazgım olan bir şeyi yaparcasına formları doldurup teslim ediyorum sınıf hocamıza. Kimseden izin almak aklıma bile gelmiyor. Sınav için özel bir hazırlık da yapmıyorum, yap diyen kimse de olmuyor.

Hemen soru işaretleri dolduruyor kafamızı. Zamanında bu kadar çok sevilmiş bir ev nasıl yalnızlığa terk edilmiş. Artık sevilmez olmuş. Oralı olduğu belli ve dünyada gördüğüm en güzel bir çift göze sahip şahısa soruyoruz, biliyor mu bu terk edilmişliğin nedenini diye. Güzel gözlü 16 yıldır orada oturduğunu ve binanın hep bu durumda olduğunu soyluyor. Bildiği kadarıyla artık bir vakıfın malıymış.

Binanın çevresi tahta çitlerle korunmuş. Çitlerin kenarından içerisini görmeye çalışırken binanın şimdiki sahipleri ortaya çıkıyor. Günlerce süren can sıkıntılarına çare olarak bu iki yabancı gelmiş diye düşünebilir havlamayı duyanlar. Çit o kadar yüksek değil ve altında, ortasında bir sürü boşluk var. Her ne kadar kopekleri çok sevsem de üstüme havlayarak gelmeleri, binanın karsısındaki kaldırımda soluğu almama neden oluyor.

Daha sonra internette yaptığım araştırmalar bu ev hakkında hiç bir ipucu vermiyor. Başka konulara girmeme neden oluyor ama. Evin olduğu yer Nene Hatun Sokağı. Nene Hatun hakkında okumaya dalıyorum.

Erzurum’luymus. 1877 Osmanlı-Rus Savaş’ında kahramanlığı dillere destan olmuş. Sonra AKP’nin seçim gezisine, onun memleketinden, anneler günü olan bir hafta sonu vatandaşlara 60 bin adet Türk bayrağı dağıtarak başlaması geliyor aklıma. Diğer yandan anneler gününde annelerini alıp İzmir’i gelincik tarlalarına çevirenleri düşünüyorum.

Memleketim bir hafta sonunu daha dolu dolu yasadı. Mitingler, Erovizyon şarkı yarışmasındaki 4.cülük, Fenerbahçe’nin şampiyonluğu ilan etmesi. Gerçekten çok şeyler oluyor bugünlerde diye düşünerek ev hakkında hiç bir şey bulamadan araştırmama ara veriyorum. Nerden nereye iste. Kendi annemi anneler günü için arayamadan onun beni araması geliyor aklıma. Canım sıkılıyor artık düşünmeyeyim diyorum.

Evin gönüllü olarak terk edilmesine içim razı gelmiyor. Sonra Moda’da arkadaşım Gül için ev ararken bir zamanlar büyük bir Ermeni nüfus barındırdığını öğrendiğimi hatırlıyorum. Belki de evin sahipleri Ermeni idiler ve bırakıp gitmek zorunda kaldılar diyorum.

Çatısız, sıvasız ve camsız da olsa tüm onuru ile ayakta kalan bir ev olarak hatırlayacağım seni Nene Hatun’un gururlu kızı. Bizi biz yapan değerlerimizle ayakta kalabilmek güzel bir şey olsa gerek.

15 Mayıs 2007 Salı

haftanın fotosu

evet sevgili okurlar, Sem'in hizmetine ilaveten benden bir hizmet sizlere!
işte haftanın fotosunda gizli kalmış diyaloğun çok çok gizli belgesini aynen yayınlıyorum:

soldaki teyze (kısaca: s.t.) : gız hatça, nereden cıhtı bu şeherli herif yine?
sağdaki sevindirik teyze (kısaca: s.s.t.) : auvvv zeyno, resmimüzü çekii!
s.t. : bah bah, alet edavata bah, sanküm film çekii!
s.s.t: aboooooov filme mü çekii? menşur mu olacaz yanü?
s.t. : huuu dellendim mü hatça? gız senin herüf keser la senü! Benü de çeşnü deyyu üzerine gaynattırır.
s.s.t: şşş begim, dur hele ben kızanları da çağıram, onlar da çıhsın resümde! ayşeee, hasooo, mahooo, diloo, meloo, çellooo, yellooo gelin laaa, resüm çekineceeez! bi de zeyno'nun dişlerini getirin haaaaaa!
s.t.: nedecem gız dişi şinci, oğluna mı alacaaaağdı beni de begensün!
s.s.t.: auvv gülersin de gız! ne boyle hügumet duvarı gibi mü bakacağcan hepden ya?
s.t. : nedecem de gülcem, peh!
s.s.t: huuu neredeee galdınız huuuuu!
s.t.: aha ya gettü fotocu herif bileeem.

10 Mayıs 2007 Perşembe

Nükleer sizin olsun Sinop bizim

O kadar protestoya rağmen AKP hükumeti sessiz sedasız nükleer enerji santrallerinin kurulmasını içeren tasarıyı, erken seçim tartışmalarının yaşandığı bu dönemde, sessiz sedasız Meclis'ten geçirerek yasalaştırdığından haberiniz var mı?

Eğer bu yasa yürürlüğe girerse özel sektör ve kamu dünyada yapılması durdurulan nükleer santralleri ülkemizde kurup işletebilecek. Her ne kadar Cumhurbaşkanının bu kanuna geçit vermeyeceğini ve bir kez daha görüşülmek üzere Meclis'e göndereceğini dair bir inanç varsa da, bu aşamaya gelinmiş olması bile canımı çok sıktı.

Hızlı tren gibi basit bir teknolojiyi beceremeyen, zehirli fabrika atıklarıyla dolu gömülü varil facialarıyla bilinen ve deprem kuşağı üzerinde olan bir ülkede kurulacak bir nükleer santral ne kadar güvenli olacaktır?


İlk santralın Sinop'ta kurulmasının planlandığını bilirsiniz. Sinop'a kurulacak santral ise sadece orayı değil tüm yurdu etkileyecektir. Çernobil'den nasıl etkilendiğimizi hatırlarsınız. Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47.9’unun nedenini kanser olarak belirlenmiş. Bildiğim kadarıyla Karadeniz bölgesinde kanserden ölümlerin son yıllarda artmasının nedeni 19
86 yılında yaşanan bu korkunç kazaya bağlanıyor.


(Rüzgar gülü)

Potansiyel nükleer kazalar ve atıklar hepimiz için büyük tehlikeler oluşturuyor. Bu tehlikeler nükleer yerine ülkemizin sahip olduğu güneş, rüzgar, su, jeotermal ve bio-kütle kaynaklarının kullanımı ile ortadan kaldırılabilir. Peki o zaman niye bu kadar ısrar nükleer santral için?


7 Mayıs 2007 Pazartesi

Yasar Kemal’in Binboğalar Efsanesi’nde okumuştum. 5 Mayısı 6 Mayısa bağlayan gece Hızır ve İlyas peygamberler birleşerek yeryüzüne inermiş. Bu birleşme anında tüm akarsular durur ve bir anlığına her şey sessizliğe bürünürmüş. O anı sadece yüreği temiz insanlar fark edebilir, ne dilerlerse kabul olurmuş. Baharın başlangıcı olan bu günü halkımız da Hıdırellez olarak kutlarmış.

Eminim hepimizin yörelerimize göre değişik hıdrellez gelenekleri, inanışları ve kutlamaları vardır. Benim bu yılki kutlamam İstanbul usulü oldu. Ahırkapı’daki Hıdırellez şenliklerinde bir güzel şenlendim. Ahırkapı Sultanahmet’in deniz tarafında yani Cankurtaran'da bir sokağın adı. Şenlikler bu semtin sokaklarında yapılıyor.

Şenlik alanına girdiğinizde sizi inanılmaz bir renk cümbüşü karşılıyor. Her sokak renk renk kumaş ve balonlarla donatılmıştı. Birde buna Romanların renkleri eklenince tam bir karnavala geldiğinizi hissediyorsunuz. Tıpkı Londra’daki sokak karnavalları tadında.

Sokakların iki tarafında yiyecek satıcıları sıra sıra dizilmişti. Dönerci, kokoreççi, pilavcı, köfteci, balık-ekmekçi, midye dolmacı, börekçi, baklavacı, dondurmacı, kuruyemişçi vs. Hamsi pilavı bile vardı. Yalnız her şey kuponla satılıyordu. Bizde kuponlarımızı alıp abur cuburla karnımızı doyurup, biralarımızı içtik. Atmosfer o kadar iyiydi ki arkadaş bir bira ile kafayı buldu.

Şenliklere damgasını vuranlar allı morlu yeşilli kıyafetleriyle Roman çalgıcılarıydı. Klarnet, saksafon, akordeon, darbuka ve davuldan nasıl bu kadar güzel, bu kadar canlı, bu kadar eğlenceli müzik çıkar diye hayretler içinde baka kalıyorsun. Olay sadece bu kadar güzel çalma değil, çalarken bu kadar eğlenme ve eğlendirebilme olayı. Dünyada bunu yalnız siyahların yaptığına inanırdım ama ne kadar yanıldığımı sevinerek gördüm. Hemen herkes, fareli köyün kavalcısını bulmuşta peşinde gidiyormuş gibi onları takip ediyorlardı. Zaman zaman müziğe kendini kaptırıp göbek atanlar, oynayanlarda vardı.

Keşke herkes çalgıcıların bu havasına, oynayanların ritmine tamamen uyabilse, kendilerini müziğe bırakıp özgürce dans edebilseydi. Böyle kişilerde vardı ama azınlıktaydı. Bende o yüzden doya doya dans edemedim. Ama çevremde gülen, eğlenen, yiyen ve içen insanlar görmek inanılmaz keyifliydi.

Eğlenen insanlara birde fotoğrafçıları ve bunlara poz vermek için özel giyinmiş, süslenmiş Roman çocuklarını eklemeliyim. Bir fotoğrafçı için inanılmaz renkli bir yerdi o gün Ahırkapı. Yüzlerce hatta binlerce fotoğraf çekildiğini gördüm.

Şenliğin en kalabalık yerleri ise dilek iletilen yerlerdi. Köşedeki bir binadan iki taraflı sarkıtılan iplere bağlanan dilekler görülesi bir manzara oluşturuyordu. Bu iplere bağlı renkli kumaşlar binlerce umudun temsilcisi gibi sallanıyordu. İş, para, sağlık ve eş dileklerinin yanı sıra Seda Sayan’dan göz ameliyatı için yardım isteyenler bile vardı. Umarım yazılan dileklerin hepsi gerçek olur.

Ahırkapı’daki eski evler ile burada yaşayan insanlardan da çok etkilendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. Modernleştirilmiş ve otel olarak kullanılan binaların arasında kalan bir sürü ev ayakta durmaya çalışıyordu. Evler gibi burada yaşayan insanların da, İstanbul’un hatta dünyanın değişimine kafa tutar bir halleri vardı.

Ahırkapı’ya gitmek için arkadaşla Eminönü vapur iskelesinde buluştuğumuzda etrafımdaki yüzlerce polis dikkatimi çekmişti. Senliklerin ortasında bu aklıma geliyor ve arkadaşa nedenini soruyorum. O da 6 Mayıs’ın Deniz Gezmiş’lerin asıldığı gün olduğunu hatırlatıyor. 35 yıl önce, hem de baharın başlangıcı olan böyle bir günde, bu ülke üç tane fidanına nasıl kıymış. Aklım bir türlü almıyor, senlikler sırasında bu aklıma gelip gelip duruyor.

4 Mayıs 2007 Cuma

selam ey faniler!

Sem muhteşem yazılarımın etkisinde kalınca, ne olur benim bloga da yaz, aklıma bir şey gelmiyor, okuyucuların kaçması yakındır diye geldi ağladı, dayanamadım elbet. İyi bir arkadaşı kırmak blogçuluğa yakışmaz dedim ve kolları sıvadım.

Lakin henüz bu sabah Ankara'ya ayak bastım ve ayağımın tozuyla kendi bloguma ilk başkent havadisimi bildirdim. Onun dışında, tabii gece boyunca mis kokulu bir trende (ayakkabısını çıkaranı mı ararsınız, çaktırmadan fosuranını mı, ya da belli ki cırcır olup boyna tuvalete koşturup cart curt o gürültülü pulman kapısını açanı mı!) yolculuk etmek dışında bir şey yaşamadım. Ama gelmişken YSK'ya ve Tayyip'e bir selam eylemek ya da el ense etmek lazım gelir gibi....
Yani zannediyorum yakın zamanda yazılarımdan nasibinizi alacaksınız burada.
O halde şimdilik kısaca: Merhaba!